Bilindiği üzere, 7 Ekim 2012 tarihinde
Lefkoşa'nın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne ait bölümünde AB üyesi ülkelerin
temsilcileri tarafından üye ülkelerin ortak deniz siyasetini belirlemek
amacıyla yapılan toplantının sonucunda "Limassol Deklarasyonu" başlıklı
29 maddelik bir beyanname yayımlandı.
Liberal basının önemli ölçüde
sansürlediği bu beyanname, Türk kamuoyuna Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı
"Ege'yi ve Akdeniz'i Gaspettiler!" başlıklı yazıyla duyuruldu.
Yıldız, yazısında söz konusu beyannamenin Türkiye'yi ilgilendiren kısmını basit
bir dille özetlemiş ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yakın tarihlerde
gerçekleştirdiği Yunanistan ziyaretini bu beyannamenin yayımlanması bağlamında
değerlendirmişti.
Müyesser Yıldız'ın kaleme
aldığı yazının siyasi açıdan toplumu yeterli ölçüde bilgilendirdiği aşikar;
fakat işbu meselede altı çizilmesi gereken temel hususlar, Türk diplomasisinin
Türkiye'nin ulusal çıkarlarına sahip çıkma konusundaki acziyetinin yanı sıra
söz konusu beyannamenin uluslararası hukuka aykırı olmasıdır.
Bu noktada biraz ayrıntıya
girmek faydalı olacak:
Türkiye ve Yunanistan
arasındaki karasular çatışmasının hukuki mercilere taşınması, 1976 yılına
rastlar. Bu tarihte Yunanistan, bir devlet kurumu olan Türkiye Petrolleri
Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) 1973 yılının kasım ayından itibaren Yunan
adalarının karasuları olduğunu iddia ettiği bölgelerde arama yapmasını bir hak
ihlali olarak değerlendirmiş ve Türkiye'nin de onayıyla meseleyi Uluslararası
Adalet Mahkemesi'ne taşımıştı.
Hukuki süreçte Yunanlı
hukukçuların öne sürdüğü temel argüman, Türkiye'nin 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı
Toplantısı'nda belirlenen "eşit mesafe" kuralına uymayarak Yunan
karasularını ihlal ettiğiydi. Söz konusu kural, karşılıklı kıyılara sahip olan
ülkelerin kıyıları arasındaki mesafenin ikiye bölünmesini ve tarafların kıyılar
arasında belirlenen orta nokta ile kendilerine ait kıyının en uç noktası
arasındaki su kütlesi üzerinde egemenlik hakkını kullanmasını öngörüyordu.
Bu noktada, Yunan adalarının
Türkiye'ye ait olan toprak kütlesine son derece yakın olması, Türkiye için
ciddi bir dezavantajdı; fakat Uluslararası Adalet Mahkemesi, daha öncesinde
Batı Almanya'nın 1967 Hollanda ve Danimarka aleyhine açtığı "Kuzey Denizi
Kıta Sahanlığı" başlıklı davada bu
kuralın istisnai durumlarda uygulanmayabileceği kararına vararak kıyıları daha
içerlek olan Batı Almanya'yı haklı bulmuş ve mevzubahis ülkelerin "coğrafi
kriterleri göz önünde bulundurarak"
tekrar masaya oturması gerektiğine karar vermişti.
Nitekim Türk hukukçular,
Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin daha önce verdiği bu önemli kararı göz önünde
bulundurarak Yunan adalarının özel coğrafi niteliğine işaret etmiş ve Yunan
adalarının "Türkiye'ye ait olan toprak kütlesinin devamı" özelliği
taşıdığından ötürü kendine ait bir kıta sahanlığına sahip olamayacağını öne
sürmüştü.
İki yıl süren davanın sonunda
Uluslararası Adalet Mahkemesi, Yunanistan'ın taleplerini reddetmiş ve tarafları
1967'deki Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davasında olduğu gibi tarafların müzakere
masasına oturması gerektiğine karar vermişti.
Bu noktadan sonra Türkiye'nin
izlediği tavizsiz dış politika, Yunanistan'ı geri adım atmaya zorlamış, bunun
sonucunda Yunan adalarının karasularının sınırı 6 deniz mili olarak belirlenmiş
ve Türkiye uzun bir süre Yunan adalarının 6-12 deniz mili ötesinde egemenlik
hakkını, Yunanistan'ın sessiz kabullenmesi sonucu etkili bir şekilde kullanmıştı.
Bu önemli tarihsel ayrıntıları
aktarmış olduğumuza göre, "Limassol Deklarasyonu"nda belirtilen III.
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nden ve bunun AB tarafından nasıl
yorumlandığından bahsedebiliriz.
Söz konusu beyannamenin 6.
maddesinde belirtildiği üzere, beyannameye imza atan AB üye ülkeleri
temsilcileri III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin öngördüğü
kriterlerin AB ülkeleri tarafından uygulanması gerektiği konusunda anlaşmaya
vardıklarını ilan etmekte.
Peki reelpolitik çerçevesinde
bu sözleşme nasıl değerlendiriliyor?
Bunu anlamak için Yunanistan
Dışişleri Bakanlığının son yıllarda yaptığı açıklamalara göz atmak yeterli:
27 Mart 2011, PASOK hükümeti
dışişleri bakanı Dimitri Droutsas: "Türkiye bir seçim arifesinde olabilir
ama bu Ege'deki mevcut durumun aciliyetini değiştirmez. (...) Dolayısıyla
elimizde iki çözüm yolu var: Müzakere ya da Lahey (Uluslararası Adalet Mahkemesi)
(...) Türkiye'nin eylemlerinin Deniz Hukuku normlarına uyumlu olması
gerekmektedir."
Bu açık tehdidi yumuşatarak
tekrarlayan uluslararası kurumların varlığını görmezden gelmek de büyük bir
gaflet olur:
Önemli ölçüde ABD ve AB
tarafından finanse edilen klasik "NGO"lardan Uluslararası Kriz
Grubu'nun çözüm önerisi: "Türkiye, Yunanistan ile ilgili sorunlarıyla
ilgili olarak III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nde belirtilen
12 mil sınırına uygun bir çözüm arayışı içinde olmalıdır."
Bununla birlikte 1981'den önce
Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunları nötr bir bakış açısıyla
değerlendirmeye çalışan AT/AB, Yunanistan'ın birliğe katılmasından sonra
nötrlüğünü her şeyden önce siyasi olarak yitirmiş ve özellikle 1999 yılında
başlayan Helsinki sürecinde adeta Türkiye'ye "III. Birleşmiş Milletler
Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne dayanarak" (!) Yunanistan'a taviz vermesi
yönünde direktif vermeye başlamıştır.
Bu noktada sorulması gereken
soru bellidir: "Ne diyor bu III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku
Sözleşmesi?"
Aslına bakarsanız, bu kapsamlı
metin birçok ince ayrıntıyı dahi kapsamayı başarmış fakat özellikle karasular,
kıta sahanlığı ve bir coğrafi unsur olarak "körfez"in hukuki olarak
tanımlanması hususlarında pratik açıdan bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Biz,
Yunanistan'la aramızdaki sorunun bugünkü can alıcı noktasına, yani Batılı zat-ı
muhteremlerin ağzına sakız ettiği karasuların hukuki niteliğini ve azami
niceliğini inceleyeceğiz.
Öncelikle, kıyı ülkelerinin
egemenlik hakkını kullandığı alanı niteleyen ikinci maddeye göz atalım:
" 1- The sovereignty of a coastal State
extends, beyond its land territory and internal waters and, in the case of an
archipelagic State, its archipelagic waters, to an adjacent belt of sea,
described as the territorial sea."
Yani, bir kıyı devletinin
egemenliği, sadece sınırıları dahilindeki kara parçasını kapsamaz, kıyıya
bitişik bir "su kemeri" üzerinde de uygulanabilir; bunu biliyoruz
fakat "takımadalar"ın tanımı havada kaldığından ötürü Yunan
adalarının arasındaki su kütlesinin Yunanistan'ın hukuki egemenliğini
uygulayabileceği nitelikte olup olmadığı muamma. Elbette, tarihsel ve
etimolojik olarak yukarıda kullanılan ve "takımadalar" anlamına gelen
"archipelago" kelimesi, Yunan adalarına verilen isimle doğrudan
ilişkilidir; fakat örnek verecek olursak Sakız Adası ile Rodos arasında bir iç
deniz mevcut mudur? Ya da Yunanistan, On İki Adalar arasındaki su kütlesi
üzerinde Datça Burnu'na ve Datça Burnu'na bitişik olan "su kemeri"ne
rağmen egemenlik iddia edebilir mi?
İlk soru, ki Yunanistan ve
diğer AB üyesi ülkeler tarafından tarafından önümüze konma ihtimali olan
argümanlardan bir tanesine işaret etmekte, açık bir olumsuz yanıta karşılık
geliyor. Aralarında millerce mesafe olan adaları dahi (öz tarihinden kalan sillojistik yaklaşım ile
olsa gerek) birbiriyle ilişkilendirmeye çalışan Yunanistan'ın her şeyden önce
coğrafya bilimiyle yüzleşmesi gerekmektedir; zira her gördüğümüz bıyıklı kişi
babamız olmadığı gibi, her aynı denizi paylaşan ada grubu da takımada değildir.
İkinci sorunun yanıtı ise hukuki
değil, siyasidir ve diplomasi kanalıyla çözülür. Dolayısıyla, Yunanistan'ın
AB'yi arkasına alarak alacağı hiçbir karar Türkiye'nin rızası olmadan
Türkiye'yi bağlamaz.
Sonraki fıkra:
"2. This sovereignty
extends to the air space over the territorial sea as well as to its bed and
subsoil."
Bu ifadedeki önemli nokta,
karasularımız olarak belirlenen su kütlesinin altındaki kaynaklardan faydalanma
hakkımızın olması. Hiçbir bu noktada "aman doğal dengeyi bozma"
uyarısında bulunma hakkına sahip değildir zira Antarktika gibi dünyamız için
çok önemli bir kıtada dahi bazı ülkeler çevre sulardaki kaynakları silip
süpürme yarışına girdiler. Bu noktada bize "lolo" yapmaları kendilerini
küçük düşürmelerine yol açar; zira, hukuki bağlayıcılığın asgari olduğu bir
bölümün bu en muğlak alanında dahi bu doğrultuda yapılan açıklamalar, çok
sevdiğim bir bilim adamının dediği gibi, "beş taş oynamak"tan başka
bir şey değildir.
Hukuki niteliği inceledik.
Öyleyse sıra, pratiği belirleyecek olan yasal niceliği incelemeye geldi.
Bunun için öncelikle üçüncü
maddeyi gözden geçirelim:
"Every State has the
right to establish the breadth of its territorial sea up to a limit not exceeding
12 nautical miles, measured from baselines determined in accordance with this
Convention."
Yani, bu maddeye göre her devletin kara sularını bazal
noktalardan (dördüncü maddeye göre, kıyının ötesinde sığ suların başladığı
noktalar) en fazla 12 deniz mili öteye kadar genişletme hakkı var. İfadenin dilsel
anlamını incelersek, her devlet karasularını bazal noktadan 12 mil öteye kadar
genişletebilir fakat bir anlaşma gereği veya başka bir devletin benzer bir
hakkının mevcudiyetinde (ki Anadolu kara kütlesinin Yunan adalarına olan yakınlığı
göz önünde bulundurulursa benzer bir hak Türkiye için de geçerli olduğundan
dolayı biz de bu noktadayız) , sözleşmenin getirdiği yükümlülükle bu hakkından
pekâlâ feragat edebilir. Dolayısıyla, pratikte yine hukukun sınırlarından
çıkıyor, siyasetin sınırlarının içine giriyoruz ve diplomatik acziyetin ulusal
çıkarları ne kadar sarsabileceğine tekrar şahit oluyoruz.
Bununla birlikte, sözleşmenin
123. maddesinde, 122. maddede tanımı yapılan ("...'enclosed or
semi-enclosed sea' means a gulf, basin or sea surrounded by two or more States
and connected to another sea or the ocean by a narrow outlet or consisting
entirely or primarily of the territorial seas and exclusive economic zones of
two or more coastal States") Türkiye ve Yunanistan gibi kapalı-yarı kapalı
denize kıyısı olan ülkelerin arasındaki işbirliğinin, yani (içtihaden) anlaşmanın
hukuken mecburi ve (içtihaden) belirleyici olduğu belirtilmiştir.
"States bordering an
enclosed or semi-enclosed sea should cooperate with each other in the exercise
of their rights and in the performance of their duties under this Convention."
Özetle, bağımsız bir Türkiye'nin
Yunanistan ve AB hususunda dış siyaset stratejisini belirlemek için göz önünde
bulundurması gereken hukuki veriler şunlardır:
1- III. Birleşmiş Milletler
Deniz Hukuku Sözleşmesi'ndeki maddeler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki mevcut
sorunlar için net bir çözüm getirmemektedir; zira iki ülkenin karşılıklı
kıyıları, 12 mil kuralının bir tarafın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal
etmeden uygulanması için birbirinden yeterince uzak değildir. Bu noktada
"eşit mesafe" kuralı ve türevi kuralların uygulanamayacağı da
Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin 1978 yılında verdiği kararla sabittir.
2- Yunanistan'ın bu mesele ile
ilgili, AB'yi de arkasına alarak herhangi bir karar vermesi Türkiye'nin rızası
olmadan Türkiye'yi bağlamaz.
3- Türkiye'nin, BM sözleşmesi
kriterlerine (1945) göre Yunanistan'ın
temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden izleyeceği herhangi bir dış
siyaset, Yunanistan ile Türkiye'nin arasında Yunanistan ve AB'nin dayatmaları
doğrultusunda herhangi bir anlaşma olmadığından ötürü, gayrımeşru değildir.
Yani, bağımsız bir Türkiye'nin
yapması gereken, ulusal çıkarlarını hiçe sayan Helsinki Süreci'ni sona
erdirmek, çürüyen AB kapısında sürünmekten vazgeçmek ve bağımsız bir
politikayla komşu ülke Yunanistan'la tekrar masaya oturmaktır. Aksi takdirde,
bugün sürdürülen politikanın getireceği üzere, AB'nin diktaları sessizce
kabullenilmiş olacak ve Türkiye'nin ulusal kıta sahanlığı olarak belirlediği ve
araştırma yapma yetkisinin olduğu uluslararası sular Yunan karasularına geçmiş
olacaktır. Bu durum, Türkiye'yi önemli bir ekonomik kaynaktan hukuksuzca mahrum
bırakacaktır.
Bizim yurtseverler olarak
yapmamız gereken, bu konuda hassas olmak ve özellikle Ege Bölgesi'nde denizden
geçinen yurttaşlarımızı bu konuda bilgilendirmektir.
No comments:
Post a Comment