Bilindiği üzere, 7 Ekim 2012 tarihinde
Lefkoşa'nın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne ait bölümünde AB üyesi ülkelerin
temsilcileri tarafından üye ülkelerin ortak deniz siyasetini belirlemek
amacıyla yapılan toplantının sonucunda "Limassol Deklarasyonu" başlıklı
29 maddelik bir beyanname yayımlandı.
Liberal basının önemli ölçüde
sansürlediği bu beyanname, Türk kamuoyuna Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı
"Ege'yi ve Akdeniz'i Gaspettiler!" başlıklı yazıyla duyuruldu.
Yıldız, yazısında söz konusu beyannamenin Türkiye'yi ilgilendiren kısmını basit
bir dille özetlemiş ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yakın tarihlerde
gerçekleştirdiği Yunanistan ziyaretini bu beyannamenin yayımlanması bağlamında
değerlendirmişti.
Müyesser Yıldız'ın kaleme
aldığı yazının siyasi açıdan toplumu yeterli ölçüde bilgilendirdiği aşikar;
fakat işbu meselede altı çizilmesi gereken temel hususlar, Türk diplomasisinin
Türkiye'nin ulusal çıkarlarına sahip çıkma konusundaki acziyetinin yanı sıra
söz konusu beyannamenin uluslararası hukuka aykırı olmasıdır.
Bu noktada biraz ayrıntıya
girmek faydalı olacak:
Türkiye ve Yunanistan
arasındaki karasular çatışmasının hukuki mercilere taşınması, 1976 yılına
rastlar. Bu tarihte Yunanistan, bir devlet kurumu olan Türkiye Petrolleri
Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) 1973 yılının kasım ayından itibaren Yunan
adalarının karasuları olduğunu iddia ettiği bölgelerde arama yapmasını bir hak
ihlali olarak değerlendirmiş ve Türkiye'nin de onayıyla meseleyi Uluslararası
Adalet Mahkemesi'ne taşımıştı.
Hukuki süreçte Yunanlı
hukukçuların öne sürdüğü temel argüman, Türkiye'nin 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı
Toplantısı'nda belirlenen "eşit mesafe" kuralına uymayarak Yunan
karasularını ihlal ettiğiydi. Söz konusu kural, karşılıklı kıyılara sahip olan
ülkelerin kıyıları arasındaki mesafenin ikiye bölünmesini ve tarafların kıyılar
arasında belirlenen orta nokta ile kendilerine ait kıyının en uç noktası
arasındaki su kütlesi üzerinde egemenlik hakkını kullanmasını öngörüyordu.
Bu noktada, Yunan adalarının
Türkiye'ye ait olan toprak kütlesine son derece yakın olması, Türkiye için
ciddi bir dezavantajdı; fakat Uluslararası Adalet Mahkemesi, daha öncesinde
Batı Almanya'nın 1967 Hollanda ve Danimarka aleyhine açtığı "Kuzey Denizi
Kıta Sahanlığı" başlıklı davada bu
kuralın istisnai durumlarda uygulanmayabileceği kararına vararak kıyıları daha
içerlek olan Batı Almanya'yı haklı bulmuş ve mevzubahis ülkelerin "coğrafi
kriterleri göz önünde bulundurarak"
tekrar masaya oturması gerektiğine karar vermişti.
Nitekim Türk hukukçular,
Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin daha önce verdiği bu önemli kararı göz önünde
bulundurarak Yunan adalarının özel coğrafi niteliğine işaret etmiş ve Yunan
adalarının "Türkiye'ye ait olan toprak kütlesinin devamı" özelliği
taşıdığından ötürü kendine ait bir kıta sahanlığına sahip olamayacağını öne
sürmüştü.
İki yıl süren davanın sonunda
Uluslararası Adalet Mahkemesi, Yunanistan'ın taleplerini reddetmiş ve tarafları
1967'deki Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davasında olduğu gibi tarafların müzakere
masasına oturması gerektiğine karar vermişti.
Bu noktadan sonra Türkiye'nin
izlediği tavizsiz dış politika, Yunanistan'ı geri adım atmaya zorlamış, bunun
sonucunda Yunan adalarının karasularının sınırı 6 deniz mili olarak belirlenmiş
ve Türkiye uzun bir süre Yunan adalarının 6-12 deniz mili ötesinde egemenlik
hakkını, Yunanistan'ın sessiz kabullenmesi sonucu etkili bir şekilde kullanmıştı.
Bu önemli tarihsel ayrıntıları
aktarmış olduğumuza göre, "Limassol Deklarasyonu"nda belirtilen III.
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nden ve bunun AB tarafından nasıl
yorumlandığından bahsedebiliriz.
Söz konusu beyannamenin 6.
maddesinde belirtildiği üzere, beyannameye imza atan AB üye ülkeleri
temsilcileri III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin öngördüğü
kriterlerin AB ülkeleri tarafından uygulanması gerektiği konusunda anlaşmaya
vardıklarını ilan etmekte.
Peki reelpolitik çerçevesinde
bu sözleşme nasıl değerlendiriliyor?
Bunu anlamak için Yunanistan
Dışişleri Bakanlığının son yıllarda yaptığı açıklamalara göz atmak yeterli:
27 Mart 2011, PASOK hükümeti
dışişleri bakanı Dimitri Droutsas: "Türkiye bir seçim arifesinde olabilir
ama bu Ege'deki mevcut durumun aciliyetini değiştirmez. (...) Dolayısıyla
elimizde iki çözüm yolu var: Müzakere ya da Lahey (Uluslararası Adalet Mahkemesi)
(...) Türkiye'nin eylemlerinin Deniz Hukuku normlarına uyumlu olması
gerekmektedir."
Bu açık tehdidi yumuşatarak
tekrarlayan uluslararası kurumların varlığını görmezden gelmek de büyük bir
gaflet olur:
Önemli ölçüde ABD ve AB
tarafından finanse edilen klasik "NGO"lardan Uluslararası Kriz
Grubu'nun çözüm önerisi: "Türkiye, Yunanistan ile ilgili sorunlarıyla
ilgili olarak III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nde belirtilen
12 mil sınırına uygun bir çözüm arayışı içinde olmalıdır."
Bununla birlikte 1981'den önce
Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunları nötr bir bakış açısıyla
değerlendirmeye çalışan AT/AB, Yunanistan'ın birliğe katılmasından sonra
nötrlüğünü her şeyden önce siyasi olarak yitirmiş ve özellikle 1999 yılında
başlayan Helsinki sürecinde adeta Türkiye'ye "III. Birleşmiş Milletler
Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne dayanarak" (!) Yunanistan'a taviz vermesi
yönünde direktif vermeye başlamıştır.
Bu noktada sorulması gereken
soru bellidir: "Ne diyor bu III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku
Sözleşmesi?"
Aslına bakarsanız, bu kapsamlı
metin birçok ince ayrıntıyı dahi kapsamayı başarmış fakat özellikle karasular,
kıta sahanlığı ve bir coğrafi unsur olarak "körfez"in hukuki olarak
tanımlanması hususlarında pratik açıdan bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Biz,
Yunanistan'la aramızdaki sorunun bugünkü can alıcı noktasına, yani Batılı zat-ı
muhteremlerin ağzına sakız ettiği karasuların hukuki niteliğini ve azami
niceliğini inceleyeceğiz.
Öncelikle, kıyı ülkelerinin
egemenlik hakkını kullandığı alanı niteleyen ikinci maddeye göz atalım:
" 1- The sovereignty of a coastal State
extends, beyond its land territory and internal waters and, in the case of an
archipelagic State, its archipelagic waters, to an adjacent belt of sea,
described as the territorial sea."
Yani, bir kıyı devletinin
egemenliği, sadece sınırıları dahilindeki kara parçasını kapsamaz, kıyıya
bitişik bir "su kemeri" üzerinde de uygulanabilir; bunu biliyoruz
fakat "takımadalar"ın tanımı havada kaldığından ötürü Yunan
adalarının arasındaki su kütlesinin Yunanistan'ın hukuki egemenliğini
uygulayabileceği nitelikte olup olmadığı muamma. Elbette, tarihsel ve
etimolojik olarak yukarıda kullanılan ve "takımadalar" anlamına gelen
"archipelago" kelimesi, Yunan adalarına verilen isimle doğrudan
ilişkilidir; fakat örnek verecek olursak Sakız Adası ile Rodos arasında bir iç
deniz mevcut mudur? Ya da Yunanistan, On İki Adalar arasındaki su kütlesi
üzerinde Datça Burnu'na ve Datça Burnu'na bitişik olan "su kemeri"ne
rağmen egemenlik iddia edebilir mi?
İlk soru, ki Yunanistan ve
diğer AB üyesi ülkeler tarafından tarafından önümüze konma ihtimali olan
argümanlardan bir tanesine işaret etmekte, açık bir olumsuz yanıta karşılık
geliyor. Aralarında millerce mesafe olan adaları dahi (öz tarihinden kalan sillojistik yaklaşım ile
olsa gerek) birbiriyle ilişkilendirmeye çalışan Yunanistan'ın her şeyden önce
coğrafya bilimiyle yüzleşmesi gerekmektedir; zira her gördüğümüz bıyıklı kişi
babamız olmadığı gibi, her aynı denizi paylaşan ada grubu da takımada değildir.
İkinci sorunun yanıtı ise hukuki
değil, siyasidir ve diplomasi kanalıyla çözülür. Dolayısıyla, Yunanistan'ın
AB'yi arkasına alarak alacağı hiçbir karar Türkiye'nin rızası olmadan
Türkiye'yi bağlamaz.
Sonraki fıkra:
"2. This sovereignty
extends to the air space over the territorial sea as well as to its bed and
subsoil."
Bu ifadedeki önemli nokta,
karasularımız olarak belirlenen su kütlesinin altındaki kaynaklardan faydalanma
hakkımızın olması. Hiçbir bu noktada "aman doğal dengeyi bozma"
uyarısında bulunma hakkına sahip değildir zira Antarktika gibi dünyamız için
çok önemli bir kıtada dahi bazı ülkeler çevre sulardaki kaynakları silip
süpürme yarışına girdiler. Bu noktada bize "lolo" yapmaları kendilerini
küçük düşürmelerine yol açar; zira, hukuki bağlayıcılığın asgari olduğu bir
bölümün bu en muğlak alanında dahi bu doğrultuda yapılan açıklamalar, çok
sevdiğim bir bilim adamının dediği gibi, "beş taş oynamak"tan başka
bir şey değildir.
Hukuki niteliği inceledik.
Öyleyse sıra, pratiği belirleyecek olan yasal niceliği incelemeye geldi.
Bunun için öncelikle üçüncü
maddeyi gözden geçirelim:
"Every State has the
right to establish the breadth of its territorial sea up to a limit not exceeding
12 nautical miles, measured from baselines determined in accordance with this
Convention."
Yani, bu maddeye göre her devletin kara sularını bazal
noktalardan (dördüncü maddeye göre, kıyının ötesinde sığ suların başladığı
noktalar) en fazla 12 deniz mili öteye kadar genişletme hakkı var. İfadenin dilsel
anlamını incelersek, her devlet karasularını bazal noktadan 12 mil öteye kadar
genişletebilir fakat bir anlaşma gereği veya başka bir devletin benzer bir
hakkının mevcudiyetinde (ki Anadolu kara kütlesinin Yunan adalarına olan yakınlığı
göz önünde bulundurulursa benzer bir hak Türkiye için de geçerli olduğundan
dolayı biz de bu noktadayız) , sözleşmenin getirdiği yükümlülükle bu hakkından
pekâlâ feragat edebilir. Dolayısıyla, pratikte yine hukukun sınırlarından
çıkıyor, siyasetin sınırlarının içine giriyoruz ve diplomatik acziyetin ulusal
çıkarları ne kadar sarsabileceğine tekrar şahit oluyoruz.
Bununla birlikte, sözleşmenin
123. maddesinde, 122. maddede tanımı yapılan ("...'enclosed or
semi-enclosed sea' means a gulf, basin or sea surrounded by two or more States
and connected to another sea or the ocean by a narrow outlet or consisting
entirely or primarily of the territorial seas and exclusive economic zones of
two or more coastal States") Türkiye ve Yunanistan gibi kapalı-yarı kapalı
denize kıyısı olan ülkelerin arasındaki işbirliğinin, yani (içtihaden) anlaşmanın
hukuken mecburi ve (içtihaden) belirleyici olduğu belirtilmiştir.
"States bordering an
enclosed or semi-enclosed sea should cooperate with each other in the exercise
of their rights and in the performance of their duties under this Convention."
Özetle, bağımsız bir Türkiye'nin
Yunanistan ve AB hususunda dış siyaset stratejisini belirlemek için göz önünde
bulundurması gereken hukuki veriler şunlardır:
1- III. Birleşmiş Milletler
Deniz Hukuku Sözleşmesi'ndeki maddeler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki mevcut
sorunlar için net bir çözüm getirmemektedir; zira iki ülkenin karşılıklı
kıyıları, 12 mil kuralının bir tarafın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal
etmeden uygulanması için birbirinden yeterince uzak değildir. Bu noktada
"eşit mesafe" kuralı ve türevi kuralların uygulanamayacağı da
Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin 1978 yılında verdiği kararla sabittir.
2- Yunanistan'ın bu mesele ile
ilgili, AB'yi de arkasına alarak herhangi bir karar vermesi Türkiye'nin rızası
olmadan Türkiye'yi bağlamaz.
3- Türkiye'nin, BM sözleşmesi
kriterlerine (1945) göre Yunanistan'ın
temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden izleyeceği herhangi bir dış
siyaset, Yunanistan ile Türkiye'nin arasında Yunanistan ve AB'nin dayatmaları
doğrultusunda herhangi bir anlaşma olmadığından ötürü, gayrımeşru değildir.
Yani, bağımsız bir Türkiye'nin
yapması gereken, ulusal çıkarlarını hiçe sayan Helsinki Süreci'ni sona
erdirmek, çürüyen AB kapısında sürünmekten vazgeçmek ve bağımsız bir
politikayla komşu ülke Yunanistan'la tekrar masaya oturmaktır. Aksi takdirde,
bugün sürdürülen politikanın getireceği üzere, AB'nin diktaları sessizce
kabullenilmiş olacak ve Türkiye'nin ulusal kıta sahanlığı olarak belirlediği ve
araştırma yapma yetkisinin olduğu uluslararası sular Yunan karasularına geçmiş
olacaktır. Bu durum, Türkiye'yi önemli bir ekonomik kaynaktan hukuksuzca mahrum
bırakacaktır.
Bizim yurtseverler olarak
yapmamız gereken, bu konuda hassas olmak ve özellikle Ege Bölgesi'nde denizden
geçinen yurttaşlarımızı bu konuda bilgilendirmektir.
Medeniyet yılla mı ölçülür? Özgür olmayan toplumun bireyleri özgür olabilir mi? Sorgula.
Monday 10 December 2012
Sunday 21 October 2012
Roma LUISS Üniversitesi'nde "Kemalist Türkiye" Konulu Konferanstan İzlenimler
18 Ekim 2012 tarihinde, Roma LUISS Üniversitesi'nde, Türkiye
Cumhuriyeti'nin oluşumunun ardındaki tarihsel sebepler ve Kemalist Devrim
üzerine İtalyan jeopolitika dergisi Limes, LUISS öğrenci topluluğu Narsil ve
Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği tarafından düzenlenen bir konferans
gerçekleşti. Bendeniz adı geçen üniversitenin bir öğrencisi olduğumdan ve İtalyan
akademsiyen ve düşünürlerin ülkemin tarihinin bu en önemli dönemiyle ilgili
yapacakları yorumları merak ettiğimden dolayı mevzubahis konferansa -biraz
aşırı da olsa- katılım gösterdim.
İlk konuşmacı, doktorasını La Sapienza Üniversitesi'nde "Türkiye-AB İlişkileri" konulu teziyle Avrupa tarihi üzerine yapmış, S. Pio V Araştırma Enstitüsü siyasi araştırma koordinatörü Prof. Francesco Anghelone'ydi. Konuşmasına Türkiye-Avrupa ilişkilerinin yüzyıllarla ifade edilen bir tarihsel döneme yayıldığını ifade ederek başlayan Prof. Anghelone'nin, Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemindeki siyasi hareketler üzerine yaptığı konuşmada, tarihe Batı'nın geleneksel bakış açısından bakmadığı açıktı fakat bu durum, güzel ülkemin "resmî tarih"indeki eksik sosyolojik analizin bir benzerini yaptığı gerçeğini örtemedi.
Örnek vermek gerekirse, Dadaloğlu ve nicelerinin yerleşik hayata geçmek için direndiği 19. yüzyılda Osmanlı toplumunun genelini "pre-kapitalist" olarak nitelemek, yaptığı en temel hatalardan biriydi; zira özellikle Balkan kökenli toplumların Osmanlı'dan ayrılmasından sonra Ermeniler ve Yahudiler gibi nüfusun çok önemli bir kısmını oluşturmayan etnik toplulukların tekeline geçen ticaret, kendi merkezlerini üreterek (mevcut olanlar dışında) endüstriyel olmayan bir şehirleşmeyi dahi sağlayacak nitelikte değildi. Prof. Anghelone, sadece bu hatayı yapmakla kalmayıp Balkanlar'daki ayan sorunu ve Güneydoğu Anadolu'da hâlâ devam eden ağalık düzenine değinmeyerek Türkiye'yi ve Slovenya ve Hırvatistan dışındaki Balkan ülkelerini hep Avrupa kriterleriyle değerlendiren İtalyan öğrencileri mevcut dogmalarına mahkum etti.
Bütün veriler ele alındığında, konuşmasının çok aydınlatıcı olmadığını söyleyebiliriz.
İkinci konuşmacı, konuşmasını konunun can alıcı kısmı üzerine yapan Türkolog Dr. Federico De Renzi'ydi. Kahve molasında yaptığımız sohbette benimle biraz Türkçe konuşan Dr. De Renzi, mola sonrası yaptığı konuşmada, Avrupa'da sosyaldemokrat çevreler dışında duyduğum en garip tarihsel-siyasi değerlendirmelerden birine imza attı.
Konuşmasına Türkiye'nin Doğu perspektifinden nasıl değerlendirildiğine değinerek başlayan Dr. De Renzi, Türkiye'nin Doğu (Asya) ile olan bağlarının Batı (Avrupa) ile olan bağlarından daha sıkı olduğunun altını çizdi. Buna örnek olarak son iki yüz yıldaki Türkiye-İran ilişkilerinden bahsederken bu iki ülkeden birinin uyguladığı dış siyasetin hep diğer ülkeyi doğrudan etkilediğine değindi ve bu durumu, İran'da 20. yüzyıla kadar hüküm süren Türki hanedanların etkisine, sosyolojik yapıların benzerliğine ve iktisadi ilişkilerin tarihselliğine dayandırdı.
Dr. De Renzi'nin Osmanlı'da 20. yüzyılın başından itibaren yaşanan azınlıklar sorunu ve şiddetli iç karışıklıklarla ile ilgili yaptığı yorumlar, şüphesiz konuşmasının en ilginç kısmıydı. Bu bölümde sözde "Ermeni Soykırımı"nın "tarihselden ziyade siyasi" bir ifade olduğunun altını çizen Dr. De Renzi, 1890'dan beri ırkçı Ermeni grupların bölgedeki müslüman topluluklara karşı katliamlar gerçekleştirdiğinden, özellikle Bab-ı Âli Baskını'ndan Kars Antlaşması'na kadar yaklaşık 800.000 Türkmen, Azeri ve Kürdün, Taşnaksütyun gibi "her iyi Ermeninin görevi, kafir müslümanları atalarımızın topraklarından temizlemektir" ifadelerini içeren bir manifesto yayımlamış bir örgüt ve bu örgüte yakın duran milis kuvvetleri tarafından katledildiğinden ve Techir Yasası'nın Faşist İtalya ve Nazi Almanyası örneklerindeki yasalar gibi ırsî içerikli maddeler içermediğinden bahsetti. Kullandığı bu ifadeler, birkaç öğrencinin tepkisini çekse de Avrupa'daki yaygın dogmanın kimi akademik çevrelerce kabul edilmemesinin göstergesi olması açısından önemliydi.
Bu tarihsel değerlendirmenin akabinde, Kemalist Devrim'i gerçekleştiren kadroların siyasi ve askerî geçmişinden bahsedildi ve doğal olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne değinildi. Bu noktada, söz konusu siyasi oluşumun, Osmanlıcılar ve Jön Türklerin ortaya koyduğu "homojen" ideolojik yapının aksine son derece "heterojen" bir ideolojik yapıya sahip olduğunu ifade eden Dr. De Renzi, Enver Paşa'nın Turancılığının, Talat Paşa'nın "Anadolu Türkçülüğü" yahut Cemal Paşa'nın "Avrupai milliyetçiliği" ile alakası olmadığını belirterek Mustafa Kemal'in bu üçlünün arasından sıyrılabilmesini iç siyaseti iyi analiz etmesine, stratejik zekasına ve pragmatik bakış açısına bağladı. Kendisinin "pragmatizm" gibi, özellikle liberal literatürün hakim olduğu Avrupa'da çok farklı anlamlar yüklenebilecek bir ifadeyi kullanmasına rağmen Atatürk'ten bu dönem üzerine yaptığı değerlendirmelerde olumlu bahsettiğini söyleyebiliriz.
Dr. De Renzi'nin konuşmasının son kısmına, yani Kemalist Devrim süreci ve Devrim'in nitelikleri ile ilgili kısma gelirsek birçok eksik ve kullandığı son birkaç ifadenin saçmalığı göze çarpıyor.
Bu bölümde atlanan en önemli kısım, Kemalist Devrim'in Batı'nın iradesine rağmen gerçekleşmiş anti-emperyalist bir devrim olduğu gerçeğiydi. Anadolu'yu işgal eden müttefikler ve işbirlikçilerinin kim olduğu bu kadar açıkken Devrim'in laik kimliğini ön plana çıkararak Devrim'i "Batıcı" olarak nitelemek, Türk öğrencilere 80 Darbesi'nden beri ezberlettirilen "resmî tarih"i bir de İtalyanlara yutturmaktan başka bir şey değildi. Tabii, eğer Devrim'in anti-emperyalist kimliğinden bahsetmezseniz, Türk Devrimcilerinin en büyük müttefiğinin Vladimir İlyiç Lenin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu gerçeğini de doğal olarak atlarsınız; zira hiçbir Türk, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1945'ten sonra, kuruluşunda en çok pay sahibi olan devlete sırt çevirip senatosu Lozan Antlaşması'nı dahi onamayan Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği kapitalist bloğa yöneldiğini bilmek istemez ve Türkiye'nin yüzünün her zaman Batı'ya dönük olduğunu bilmek, bir Batılı için kendisine anlatılan pembe dünya hikayesinin devamı niteliğini taşır.
Yani, sevgili yurttaşlarım, UNESCO'nun bile açıkça ilan ettiği Atatürk'ün anti-emperyalist eylemlerinden "değerli müttefikimiz" olan Batı'da pek bahsedilmiyor; kendisinin "laik bir reformcu" ve "askerî bir deha" olduğundan bahsedilip işin can alıcı kısmı örtbas ediliyor.
Gelelim Dr. De Renzi'nin konuşmasındaki en saçma kısma...
Atatürk'ün ideolojik mirasını son derece yüzeysel bir şekilde betimlemesine karşın Atatürk'ten genelde olumlu bahseden Dr. De Renzi, Türkiye'nin yüzünü Batı'ya dönmesiyle birlikte "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibine daha sıkı sarıldığını ve şu anda AKP'nin tam anlamıyla bunu gerçekleştirmeye çalıştığını savundu!
Yani, Birleşmiş Milletler Şartları'nın 2. ve 49. maddelerini, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 19. maddesini ihlal eden, Türk Ceza Kanunu'nun 306. maddesinin işaret ettiği üzere "Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak, yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunmak"tan yargılanması gereken, Suriye Devleti'nin ulusal bütünlüğünü tehdit edecek şekilde, kendilerini "muhalif" olarak adlandıran İslamcı teröristleri silahlandıran AKP hükümeti, Dr. De Renzi'ye göre "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibini savunuyor! Batı'nın bakış açısına hayret etmemek elde değil!
Kendisine bu hususta yönelttiğim soruya Prof. Anghelone ile birlikte yanıt vermeye çalışan Dr. De Renzi, "AKP'nin halkın onayını aldığı"ndan ve "Suriye'nin de insan haklarını ihlal ettiği"nden bahsederek nafile bir konu değiştirme çabası içerisine girdi ve inandırıcılıktan uzak ifadeler kullanarak beni hayal kırıklığına uğrattı.
Özetlemek gerekirse, LUISS Üniversitesi'nin Kemalist Devrim gibi bir tarihsel süreci incelemesi önemliydi fakat yapılan konuşmalar bir Atatürkçü ve amatör bir tarihçi olarak beni tatmin etmedi.
Aynı kurumların düzenlediği konferanslar serisindeki ikinci konferans 12 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşecek ve konferansta İnönü Dönemi'nden 80 Darbesi'ne kadarki tarihsel süreç ele alınacak. Konuşmacılar arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Hüseyin Bağcı'nın da olması bekleniyor.
İlk konuşmacı, doktorasını La Sapienza Üniversitesi'nde "Türkiye-AB İlişkileri" konulu teziyle Avrupa tarihi üzerine yapmış, S. Pio V Araştırma Enstitüsü siyasi araştırma koordinatörü Prof. Francesco Anghelone'ydi. Konuşmasına Türkiye-Avrupa ilişkilerinin yüzyıllarla ifade edilen bir tarihsel döneme yayıldığını ifade ederek başlayan Prof. Anghelone'nin, Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemindeki siyasi hareketler üzerine yaptığı konuşmada, tarihe Batı'nın geleneksel bakış açısından bakmadığı açıktı fakat bu durum, güzel ülkemin "resmî tarih"indeki eksik sosyolojik analizin bir benzerini yaptığı gerçeğini örtemedi.
Örnek vermek gerekirse, Dadaloğlu ve nicelerinin yerleşik hayata geçmek için direndiği 19. yüzyılda Osmanlı toplumunun genelini "pre-kapitalist" olarak nitelemek, yaptığı en temel hatalardan biriydi; zira özellikle Balkan kökenli toplumların Osmanlı'dan ayrılmasından sonra Ermeniler ve Yahudiler gibi nüfusun çok önemli bir kısmını oluşturmayan etnik toplulukların tekeline geçen ticaret, kendi merkezlerini üreterek (mevcut olanlar dışında) endüstriyel olmayan bir şehirleşmeyi dahi sağlayacak nitelikte değildi. Prof. Anghelone, sadece bu hatayı yapmakla kalmayıp Balkanlar'daki ayan sorunu ve Güneydoğu Anadolu'da hâlâ devam eden ağalık düzenine değinmeyerek Türkiye'yi ve Slovenya ve Hırvatistan dışındaki Balkan ülkelerini hep Avrupa kriterleriyle değerlendiren İtalyan öğrencileri mevcut dogmalarına mahkum etti.
Bütün veriler ele alındığında, konuşmasının çok aydınlatıcı olmadığını söyleyebiliriz.
İkinci konuşmacı, konuşmasını konunun can alıcı kısmı üzerine yapan Türkolog Dr. Federico De Renzi'ydi. Kahve molasında yaptığımız sohbette benimle biraz Türkçe konuşan Dr. De Renzi, mola sonrası yaptığı konuşmada, Avrupa'da sosyaldemokrat çevreler dışında duyduğum en garip tarihsel-siyasi değerlendirmelerden birine imza attı.
Konuşmasına Türkiye'nin Doğu perspektifinden nasıl değerlendirildiğine değinerek başlayan Dr. De Renzi, Türkiye'nin Doğu (Asya) ile olan bağlarının Batı (Avrupa) ile olan bağlarından daha sıkı olduğunun altını çizdi. Buna örnek olarak son iki yüz yıldaki Türkiye-İran ilişkilerinden bahsederken bu iki ülkeden birinin uyguladığı dış siyasetin hep diğer ülkeyi doğrudan etkilediğine değindi ve bu durumu, İran'da 20. yüzyıla kadar hüküm süren Türki hanedanların etkisine, sosyolojik yapıların benzerliğine ve iktisadi ilişkilerin tarihselliğine dayandırdı.
Dr. De Renzi'nin Osmanlı'da 20. yüzyılın başından itibaren yaşanan azınlıklar sorunu ve şiddetli iç karışıklıklarla ile ilgili yaptığı yorumlar, şüphesiz konuşmasının en ilginç kısmıydı. Bu bölümde sözde "Ermeni Soykırımı"nın "tarihselden ziyade siyasi" bir ifade olduğunun altını çizen Dr. De Renzi, 1890'dan beri ırkçı Ermeni grupların bölgedeki müslüman topluluklara karşı katliamlar gerçekleştirdiğinden, özellikle Bab-ı Âli Baskını'ndan Kars Antlaşması'na kadar yaklaşık 800.000 Türkmen, Azeri ve Kürdün, Taşnaksütyun gibi "her iyi Ermeninin görevi, kafir müslümanları atalarımızın topraklarından temizlemektir" ifadelerini içeren bir manifesto yayımlamış bir örgüt ve bu örgüte yakın duran milis kuvvetleri tarafından katledildiğinden ve Techir Yasası'nın Faşist İtalya ve Nazi Almanyası örneklerindeki yasalar gibi ırsî içerikli maddeler içermediğinden bahsetti. Kullandığı bu ifadeler, birkaç öğrencinin tepkisini çekse de Avrupa'daki yaygın dogmanın kimi akademik çevrelerce kabul edilmemesinin göstergesi olması açısından önemliydi.
Bu tarihsel değerlendirmenin akabinde, Kemalist Devrim'i gerçekleştiren kadroların siyasi ve askerî geçmişinden bahsedildi ve doğal olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne değinildi. Bu noktada, söz konusu siyasi oluşumun, Osmanlıcılar ve Jön Türklerin ortaya koyduğu "homojen" ideolojik yapının aksine son derece "heterojen" bir ideolojik yapıya sahip olduğunu ifade eden Dr. De Renzi, Enver Paşa'nın Turancılığının, Talat Paşa'nın "Anadolu Türkçülüğü" yahut Cemal Paşa'nın "Avrupai milliyetçiliği" ile alakası olmadığını belirterek Mustafa Kemal'in bu üçlünün arasından sıyrılabilmesini iç siyaseti iyi analiz etmesine, stratejik zekasına ve pragmatik bakış açısına bağladı. Kendisinin "pragmatizm" gibi, özellikle liberal literatürün hakim olduğu Avrupa'da çok farklı anlamlar yüklenebilecek bir ifadeyi kullanmasına rağmen Atatürk'ten bu dönem üzerine yaptığı değerlendirmelerde olumlu bahsettiğini söyleyebiliriz.
Dr. De Renzi'nin konuşmasının son kısmına, yani Kemalist Devrim süreci ve Devrim'in nitelikleri ile ilgili kısma gelirsek birçok eksik ve kullandığı son birkaç ifadenin saçmalığı göze çarpıyor.
Bu bölümde atlanan en önemli kısım, Kemalist Devrim'in Batı'nın iradesine rağmen gerçekleşmiş anti-emperyalist bir devrim olduğu gerçeğiydi. Anadolu'yu işgal eden müttefikler ve işbirlikçilerinin kim olduğu bu kadar açıkken Devrim'in laik kimliğini ön plana çıkararak Devrim'i "Batıcı" olarak nitelemek, Türk öğrencilere 80 Darbesi'nden beri ezberlettirilen "resmî tarih"i bir de İtalyanlara yutturmaktan başka bir şey değildi. Tabii, eğer Devrim'in anti-emperyalist kimliğinden bahsetmezseniz, Türk Devrimcilerinin en büyük müttefiğinin Vladimir İlyiç Lenin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu gerçeğini de doğal olarak atlarsınız; zira hiçbir Türk, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1945'ten sonra, kuruluşunda en çok pay sahibi olan devlete sırt çevirip senatosu Lozan Antlaşması'nı dahi onamayan Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği kapitalist bloğa yöneldiğini bilmek istemez ve Türkiye'nin yüzünün her zaman Batı'ya dönük olduğunu bilmek, bir Batılı için kendisine anlatılan pembe dünya hikayesinin devamı niteliğini taşır.
Yani, sevgili yurttaşlarım, UNESCO'nun bile açıkça ilan ettiği Atatürk'ün anti-emperyalist eylemlerinden "değerli müttefikimiz" olan Batı'da pek bahsedilmiyor; kendisinin "laik bir reformcu" ve "askerî bir deha" olduğundan bahsedilip işin can alıcı kısmı örtbas ediliyor.
Gelelim Dr. De Renzi'nin konuşmasındaki en saçma kısma...
Atatürk'ün ideolojik mirasını son derece yüzeysel bir şekilde betimlemesine karşın Atatürk'ten genelde olumlu bahseden Dr. De Renzi, Türkiye'nin yüzünü Batı'ya dönmesiyle birlikte "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibine daha sıkı sarıldığını ve şu anda AKP'nin tam anlamıyla bunu gerçekleştirmeye çalıştığını savundu!
Yani, Birleşmiş Milletler Şartları'nın 2. ve 49. maddelerini, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 19. maddesini ihlal eden, Türk Ceza Kanunu'nun 306. maddesinin işaret ettiği üzere "Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak, yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunmak"tan yargılanması gereken, Suriye Devleti'nin ulusal bütünlüğünü tehdit edecek şekilde, kendilerini "muhalif" olarak adlandıran İslamcı teröristleri silahlandıran AKP hükümeti, Dr. De Renzi'ye göre "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibini savunuyor! Batı'nın bakış açısına hayret etmemek elde değil!
Kendisine bu hususta yönelttiğim soruya Prof. Anghelone ile birlikte yanıt vermeye çalışan Dr. De Renzi, "AKP'nin halkın onayını aldığı"ndan ve "Suriye'nin de insan haklarını ihlal ettiği"nden bahsederek nafile bir konu değiştirme çabası içerisine girdi ve inandırıcılıktan uzak ifadeler kullanarak beni hayal kırıklığına uğrattı.
Özetlemek gerekirse, LUISS Üniversitesi'nin Kemalist Devrim gibi bir tarihsel süreci incelemesi önemliydi fakat yapılan konuşmalar bir Atatürkçü ve amatör bir tarihçi olarak beni tatmin etmedi.
Aynı kurumların düzenlediği konferanslar serisindeki ikinci konferans 12 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşecek ve konferansta İnönü Dönemi'nden 80 Darbesi'ne kadarki tarihsel süreç ele alınacak. Konuşmacılar arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Hüseyin Bağcı'nın da olması bekleniyor.
Subscribe to:
Posts (Atom)