Medeniyet yılla mı ölçülür? Özgür olmayan toplumun bireyleri özgür olabilir mi? Sorgula.

Monday 10 December 2012

Limassol Deklarasyonu'nun Hukuki Analizi ve Türkiye'nin Çıkarları

           Bilindiği üzere, 7 Ekim 2012 tarihinde Lefkoşa'nın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne ait bölümünde AB üyesi ülkelerin temsilcileri tarafından üye ülkelerin ortak deniz siyasetini belirlemek amacıyla yapılan toplantının sonucunda "Limassol Deklarasyonu" başlıklı 29 maddelik bir beyanname yayımlandı.

            Liberal basının önemli ölçüde sansürlediği bu beyanname, Türk kamuoyuna Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı "Ege'yi ve Akdeniz'i Gaspettiler!" başlıklı yazıyla duyuruldu. Yıldız, yazısında söz konusu beyannamenin Türkiye'yi ilgilendiren kısmını basit bir dille özetlemiş ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yakın tarihlerde gerçekleştirdiği Yunanistan ziyaretini bu beyannamenin yayımlanması bağlamında değerlendirmişti.

            Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı yazının siyasi açıdan toplumu yeterli ölçüde bilgilendirdiği aşikar; fakat işbu meselede altı çizilmesi gereken temel hususlar, Türk diplomasisinin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına sahip çıkma konusundaki acziyetinin yanı sıra söz konusu beyannamenin uluslararası hukuka aykırı olmasıdır.

            Bu noktada biraz ayrıntıya girmek faydalı olacak:

            Türkiye ve Yunanistan arasındaki karasular çatışmasının hukuki mercilere taşınması, 1976 yılına rastlar. Bu tarihte Yunanistan, bir devlet kurumu olan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) 1973 yılının kasım ayından itibaren Yunan adalarının karasuları olduğunu iddia ettiği bölgelerde arama yapmasını bir hak ihlali olarak değerlendirmiş ve Türkiye'nin de onayıyla meseleyi Uluslararası Adalet Mahkemesi'ne taşımıştı.

            Hukuki süreçte Yunanlı hukukçuların öne sürdüğü temel argüman, Türkiye'nin 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Toplantısı'nda belirlenen "eşit mesafe" kuralına uymayarak Yunan karasularını ihlal ettiğiydi. Söz konusu kural, karşılıklı kıyılara sahip olan ülkelerin kıyıları arasındaki mesafenin ikiye bölünmesini ve tarafların kıyılar arasında belirlenen orta nokta ile kendilerine ait kıyının en uç noktası arasındaki su kütlesi üzerinde egemenlik hakkını kullanmasını öngörüyordu.

            Bu noktada, Yunan adalarının Türkiye'ye ait olan toprak kütlesine son derece yakın olması, Türkiye için ciddi bir dezavantajdı; fakat Uluslararası Adalet Mahkemesi, daha öncesinde Batı Almanya'nın 1967 Hollanda ve Danimarka aleyhine açtığı "Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı"  başlıklı davada bu kuralın istisnai durumlarda uygulanmayabileceği kararına vararak kıyıları daha içerlek olan Batı Almanya'yı haklı bulmuş ve mevzubahis ülkelerin "coğrafi kriterleri göz önünde bulundurarak"  tekrar masaya oturması gerektiğine karar vermişti.

            Nitekim Türk hukukçular, Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin daha önce verdiği bu önemli kararı göz önünde bulundurarak Yunan adalarının özel coğrafi niteliğine işaret etmiş ve Yunan adalarının "Türkiye'ye ait olan toprak kütlesinin devamı" özelliği taşıdığından ötürü kendine ait bir kıta sahanlığına sahip olamayacağını öne sürmüştü.

            İki yıl süren davanın sonunda Uluslararası Adalet Mahkemesi, Yunanistan'ın taleplerini reddetmiş ve tarafları 1967'deki Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davasında olduğu gibi tarafların müzakere masasına oturması gerektiğine karar vermişti.

            Bu noktadan sonra Türkiye'nin izlediği tavizsiz dış politika, Yunanistan'ı geri adım atmaya zorlamış, bunun sonucunda Yunan adalarının karasularının sınırı 6 deniz mili olarak belirlenmiş ve Türkiye uzun bir süre Yunan adalarının 6-12 deniz mili ötesinde egemenlik hakkını, Yunanistan'ın sessiz kabullenmesi sonucu etkili bir şekilde kullanmıştı.

            Bu önemli tarihsel ayrıntıları aktarmış olduğumuza göre, "Limassol Deklarasyonu"nda belirtilen III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nden ve bunun AB tarafından nasıl yorumlandığından bahsedebiliriz.

            Söz konusu beyannamenin 6. maddesinde belirtildiği üzere, beyannameye imza atan AB üye ülkeleri temsilcileri III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin öngördüğü kriterlerin AB ülkeleri tarafından uygulanması gerektiği konusunda anlaşmaya vardıklarını ilan etmekte.

            Peki reelpolitik çerçevesinde bu sözleşme nasıl değerlendiriliyor?

            Bunu anlamak için Yunanistan Dışişleri Bakanlığının son yıllarda yaptığı açıklamalara göz atmak yeterli:

            27 Mart 2011, PASOK hükümeti dışişleri bakanı Dimitri Droutsas: "Türkiye bir seçim arifesinde olabilir ama bu Ege'deki mevcut durumun aciliyetini değiştirmez. (...) Dolayısıyla elimizde iki çözüm yolu var: Müzakere ya da Lahey (Uluslararası Adalet Mahkemesi) (...) Türkiye'nin eylemlerinin Deniz Hukuku normlarına uyumlu olması gerekmektedir."

            Bu açık tehdidi yumuşatarak tekrarlayan uluslararası kurumların varlığını görmezden gelmek de büyük bir gaflet olur:

            Önemli ölçüde ABD ve AB tarafından finanse edilen klasik "NGO"lardan Uluslararası Kriz Grubu'nun çözüm önerisi: "Türkiye, Yunanistan ile ilgili sorunlarıyla ilgili olarak III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nde belirtilen 12 mil sınırına uygun bir çözüm arayışı içinde olmalıdır."

            Bununla birlikte 1981'den önce Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunları nötr bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışan AT/AB, Yunanistan'ın birliğe katılmasından sonra nötrlüğünü her şeyden önce siyasi olarak yitirmiş ve özellikle 1999 yılında başlayan Helsinki sürecinde adeta Türkiye'ye "III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne dayanarak" (!) Yunanistan'a taviz vermesi yönünde direktif vermeye başlamıştır.

            Bu noktada sorulması gereken soru bellidir: "Ne diyor bu III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi?"

            Aslına bakarsanız, bu kapsamlı metin birçok ince ayrıntıyı dahi kapsamayı başarmış fakat özellikle karasular, kıta sahanlığı ve bir coğrafi unsur olarak "körfez"in hukuki olarak tanımlanması hususlarında pratik açıdan bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Biz, Yunanistan'la aramızdaki sorunun bugünkü can alıcı noktasına, yani Batılı zat-ı muhteremlerin ağzına sakız ettiği karasuların hukuki niteliğini ve azami niceliğini inceleyeceğiz.

            Öncelikle, kıyı ülkelerinin egemenlik hakkını kullandığı alanı niteleyen ikinci maddeye göz atalım:

             " 1- The sovereignty of a coastal State extends, beyond its land territory and internal waters and, in the case of an archipelagic State, its archipelagic waters, to an adjacent belt of sea, described as the territorial sea."

            Yani, bir kıyı devletinin egemenliği, sadece sınırıları dahilindeki kara parçasını kapsamaz, kıyıya bitişik bir "su kemeri" üzerinde de uygulanabilir; bunu biliyoruz fakat "takımadalar"ın tanımı havada kaldığından ötürü Yunan adalarının arasındaki su kütlesinin Yunanistan'ın hukuki egemenliğini uygulayabileceği nitelikte olup olmadığı muamma. Elbette, tarihsel ve etimolojik olarak yukarıda kullanılan ve "takımadalar" anlamına gelen "archipelago" kelimesi, Yunan adalarına verilen isimle doğrudan ilişkilidir; fakat örnek verecek olursak Sakız Adası ile Rodos arasında bir iç deniz mevcut mudur? Ya da Yunanistan, On İki Adalar arasındaki su kütlesi üzerinde Datça Burnu'na ve Datça Burnu'na bitişik olan "su kemeri"ne rağmen egemenlik iddia edebilir mi?

            İlk soru, ki Yunanistan ve diğer AB üyesi ülkeler tarafından tarafından önümüze konma ihtimali olan argümanlardan bir tanesine işaret etmekte, açık bir olumsuz yanıta karşılık geliyor. Aralarında millerce mesafe olan adaları dahi  (öz tarihinden kalan sillojistik yaklaşım ile olsa gerek) birbiriyle ilişkilendirmeye çalışan Yunanistan'ın her şeyden önce coğrafya bilimiyle yüzleşmesi gerekmektedir; zira her gördüğümüz bıyıklı kişi babamız olmadığı gibi, her aynı denizi paylaşan ada grubu da takımada değildir.

            İkinci sorunun yanıtı ise hukuki değil, siyasidir ve diplomasi kanalıyla çözülür. Dolayısıyla, Yunanistan'ın AB'yi arkasına alarak alacağı hiçbir karar Türkiye'nin rızası olmadan Türkiye'yi bağlamaz.

            Sonraki fıkra:

            "2. This sovereignty extends to the air space over the territorial sea as well as to its bed and subsoil."

            Bu ifadedeki önemli nokta, karasularımız olarak belirlenen su kütlesinin altındaki kaynaklardan faydalanma hakkımızın olması. Hiçbir bu noktada "aman doğal dengeyi bozma" uyarısında bulunma hakkına sahip değildir zira Antarktika gibi dünyamız için çok önemli bir kıtada dahi bazı ülkeler çevre sulardaki kaynakları silip süpürme yarışına girdiler. Bu noktada bize "lolo" yapmaları kendilerini küçük düşürmelerine yol açar; zira, hukuki bağlayıcılığın asgari olduğu bir bölümün bu en muğlak alanında dahi bu doğrultuda yapılan açıklamalar, çok sevdiğim bir bilim adamının dediği gibi, "beş taş oynamak"tan başka bir şey değildir.

            Hukuki niteliği inceledik. Öyleyse sıra, pratiği belirleyecek olan yasal niceliği incelemeye geldi.

            Bunun için öncelikle üçüncü maddeyi gözden geçirelim:

            "Every State has the right to establish the breadth of its territorial sea up to a limit not exceeding 12 nautical miles, measured from baselines determined in accordance with this Convention."

            Yani,  bu maddeye göre her devletin kara sularını bazal noktalardan (dördüncü maddeye göre, kıyının ötesinde sığ suların başladığı noktalar) en fazla 12 deniz mili öteye kadar genişletme hakkı var. İfadenin dilsel anlamını incelersek, her devlet karasularını bazal noktadan 12 mil öteye kadar genişletebilir fakat bir anlaşma gereği veya başka bir devletin benzer bir hakkının mevcudiyetinde (ki Anadolu kara kütlesinin Yunan adalarına olan yakınlığı göz önünde bulundurulursa benzer bir hak Türkiye için de geçerli olduğundan dolayı biz de bu noktadayız) , sözleşmenin getirdiği yükümlülükle bu hakkından pekâlâ feragat edebilir. Dolayısıyla, pratikte yine hukukun sınırlarından çıkıyor, siyasetin sınırlarının içine giriyoruz ve diplomatik acziyetin ulusal çıkarları ne kadar sarsabileceğine tekrar şahit oluyoruz.

            Bununla birlikte, sözleşmenin 123. maddesinde, 122. maddede tanımı yapılan ("...'enclosed or semi-enclosed sea' means a gulf, basin or sea surrounded by two or more States and connected to another sea or the ocean by a narrow outlet or consisting entirely or primarily of the territorial seas and exclusive economic zones of two or more coastal States") Türkiye ve Yunanistan gibi kapalı-yarı kapalı denize kıyısı olan ülkelerin arasındaki işbirliğinin, yani (içtihaden) anlaşmanın hukuken mecburi ve (içtihaden) belirleyici olduğu belirtilmiştir.

            "States bordering an enclosed or semi-enclosed sea should cooperate with each other in the exercise of their rights and in the performance of their duties under this Convention."

            Özetle, bağımsız bir Türkiye'nin Yunanistan ve AB hususunda dış siyaset stratejisini belirlemek için göz önünde bulundurması gereken hukuki veriler şunlardır:

            1- III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ndeki maddeler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki mevcut sorunlar için net bir çözüm getirmemektedir; zira iki ülkenin karşılıklı kıyıları, 12 mil kuralının bir tarafın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden uygulanması için birbirinden yeterince uzak değildir. Bu noktada "eşit mesafe" kuralı ve türevi kuralların uygulanamayacağı da Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin 1978 yılında verdiği kararla sabittir.

            2- Yunanistan'ın bu mesele ile ilgili, AB'yi de arkasına alarak herhangi bir karar vermesi Türkiye'nin rızası olmadan Türkiye'yi bağlamaz.

            3- Türkiye'nin, BM sözleşmesi kriterlerine (1945)  göre Yunanistan'ın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden izleyeceği herhangi bir dış siyaset, Yunanistan ile Türkiye'nin arasında Yunanistan ve AB'nin dayatmaları doğrultusunda herhangi bir anlaşma olmadığından ötürü, gayrımeşru değildir.

            Yani, bağımsız bir Türkiye'nin yapması gereken, ulusal çıkarlarını hiçe sayan Helsinki Süreci'ni sona erdirmek, çürüyen AB kapısında sürünmekten vazgeçmek ve bağımsız bir politikayla komşu ülke Yunanistan'la tekrar masaya oturmaktır. Aksi takdirde, bugün sürdürülen politikanın getireceği üzere, AB'nin diktaları sessizce kabullenilmiş olacak ve Türkiye'nin ulusal kıta sahanlığı olarak belirlediği ve araştırma yapma yetkisinin olduğu uluslararası sular Yunan karasularına geçmiş olacaktır. Bu durum, Türkiye'yi önemli bir ekonomik kaynaktan hukuksuzca mahrum bırakacaktır.

            Bizim yurtseverler olarak yapmamız gereken, bu konuda hassas olmak ve özellikle Ege Bölgesi'nde denizden geçinen yurttaşlarımızı bu konuda bilgilendirmektir.