18 Ekim 2012 tarihinde, Roma LUISS Üniversitesi'nde, Türkiye
Cumhuriyeti'nin oluşumunun ardındaki tarihsel sebepler ve Kemalist Devrim
üzerine İtalyan jeopolitika dergisi Limes, LUISS öğrenci topluluğu Narsil ve
Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği tarafından düzenlenen bir konferans
gerçekleşti. Bendeniz adı geçen üniversitenin bir öğrencisi olduğumdan ve İtalyan
akademsiyen ve düşünürlerin ülkemin tarihinin bu en önemli dönemiyle ilgili
yapacakları yorumları merak ettiğimden dolayı mevzubahis konferansa -biraz
aşırı da olsa- katılım gösterdim.
İlk konuşmacı, doktorasını La
Sapienza Üniversitesi'nde "Türkiye-AB İlişkileri" konulu teziyle Avrupa
tarihi üzerine yapmış, S. Pio V Araştırma Enstitüsü siyasi araştırma koordinatörü
Prof. Francesco Anghelone'ydi. Konuşmasına Türkiye-Avrupa ilişkilerinin
yüzyıllarla ifade edilen bir tarihsel döneme yayıldığını ifade ederek başlayan
Prof. Anghelone'nin, Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemindeki siyasi hareketler
üzerine yaptığı konuşmada, tarihe Batı'nın geleneksel bakış açısından bakmadığı
açıktı fakat bu durum, güzel ülkemin "resmî tarih"indeki eksik
sosyolojik analizin bir benzerini yaptığı gerçeğini örtemedi.
Örnek vermek gerekirse,
Dadaloğlu ve nicelerinin yerleşik hayata geçmek için direndiği 19. yüzyılda
Osmanlı toplumunun genelini "pre-kapitalist" olarak nitelemek,
yaptığı en temel hatalardan biriydi; zira özellikle Balkan kökenli toplumların
Osmanlı'dan ayrılmasından sonra Ermeniler ve Yahudiler gibi nüfusun çok önemli
bir kısmını oluşturmayan etnik toplulukların tekeline geçen ticaret, kendi
merkezlerini üreterek (mevcut olanlar dışında) endüstriyel olmayan bir şehirleşmeyi
dahi sağlayacak nitelikte değildi. Prof. Anghelone, sadece bu hatayı yapmakla
kalmayıp Balkanlar'daki ayan sorunu ve Güneydoğu Anadolu'da hâlâ devam eden
ağalık düzenine değinmeyerek Türkiye'yi ve Slovenya ve Hırvatistan dışındaki
Balkan ülkelerini hep Avrupa kriterleriyle değerlendiren İtalyan öğrencileri mevcut
dogmalarına mahkum etti.
Bütün veriler ele alındığında,
konuşmasının çok aydınlatıcı olmadığını söyleyebiliriz.
İkinci konuşmacı, konuşmasını
konunun can alıcı kısmı üzerine yapan Türkolog Dr. Federico De Renzi'ydi. Kahve
molasında yaptığımız sohbette benimle biraz Türkçe konuşan Dr. De Renzi, mola
sonrası yaptığı konuşmada, Avrupa'da sosyaldemokrat çevreler dışında duyduğum
en garip tarihsel-siyasi değerlendirmelerden birine imza attı.
Konuşmasına Türkiye'nin Doğu
perspektifinden nasıl değerlendirildiğine değinerek başlayan Dr. De Renzi,
Türkiye'nin Doğu (Asya) ile olan bağlarının Batı (Avrupa) ile olan bağlarından
daha sıkı olduğunun altını çizdi. Buna örnek olarak son iki yüz yıldaki
Türkiye-İran ilişkilerinden bahsederken bu iki ülkeden birinin uyguladığı dış
siyasetin hep diğer ülkeyi doğrudan etkilediğine değindi ve bu durumu, İran'da
20. yüzyıla kadar hüküm süren Türki hanedanların etkisine, sosyolojik yapıların
benzerliğine ve iktisadi ilişkilerin tarihselliğine dayandırdı.
Dr. De Renzi'nin Osmanlı'da
20. yüzyılın başından itibaren yaşanan azınlıklar sorunu ve şiddetli iç
karışıklıklarla ile ilgili yaptığı yorumlar, şüphesiz konuşmasının en ilginç
kısmıydı. Bu bölümde sözde "Ermeni Soykırımı"nın "tarihselden
ziyade siyasi" bir ifade olduğunun altını çizen Dr. De Renzi, 1890'dan
beri ırkçı Ermeni grupların bölgedeki müslüman topluluklara karşı katliamlar
gerçekleştirdiğinden, özellikle Bab-ı Âli Baskını'ndan Kars Antlaşması'na kadar
yaklaşık 800.000 Türkmen, Azeri ve Kürdün, Taşnaksütyun gibi "her iyi
Ermeninin görevi, kafir müslümanları atalarımızın topraklarından
temizlemektir" ifadelerini içeren bir manifesto yayımlamış bir örgüt ve bu
örgüte yakın duran milis kuvvetleri tarafından katledildiğinden ve Techir
Yasası'nın Faşist İtalya ve Nazi Almanyası örneklerindeki yasalar gibi ırsî
içerikli maddeler içermediğinden bahsetti. Kullandığı bu ifadeler, birkaç
öğrencinin tepkisini çekse de Avrupa'daki yaygın dogmanın kimi akademik
çevrelerce kabul edilmemesinin göstergesi olması açısından önemliydi.
Bu tarihsel değerlendirmenin
akabinde, Kemalist Devrim'i gerçekleştiren kadroların siyasi ve askerî
geçmişinden bahsedildi ve doğal olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne
değinildi. Bu noktada, söz konusu siyasi oluşumun, Osmanlıcılar ve Jön
Türklerin ortaya koyduğu "homojen" ideolojik yapının aksine son
derece "heterojen" bir ideolojik yapıya sahip olduğunu ifade eden Dr.
De Renzi, Enver Paşa'nın Turancılığının, Talat Paşa'nın "Anadolu
Türkçülüğü" yahut Cemal Paşa'nın
"Avrupai milliyetçiliği" ile alakası olmadığını belirterek Mustafa
Kemal'in bu üçlünün arasından sıyrılabilmesini iç siyaseti iyi analiz etmesine,
stratejik zekasına ve pragmatik bakış açısına bağladı. Kendisinin "pragmatizm"
gibi, özellikle liberal literatürün hakim olduğu Avrupa'da çok farklı anlamlar
yüklenebilecek bir ifadeyi kullanmasına rağmen Atatürk'ten bu dönem üzerine
yaptığı değerlendirmelerde olumlu bahsettiğini söyleyebiliriz.
Dr. De Renzi'nin konuşmasının
son kısmına, yani Kemalist Devrim süreci ve Devrim'in nitelikleri ile ilgili
kısma gelirsek birçok eksik ve kullandığı son birkaç ifadenin saçmalığı göze
çarpıyor.
Bu bölümde atlanan en önemli
kısım, Kemalist Devrim'in Batı'nın iradesine rağmen gerçekleşmiş anti-emperyalist
bir devrim olduğu gerçeğiydi. Anadolu'yu işgal eden müttefikler ve
işbirlikçilerinin kim olduğu bu kadar açıkken Devrim'in laik kimliğini ön plana
çıkararak Devrim'i "Batıcı" olarak nitelemek, Türk öğrencilere 80
Darbesi'nden beri ezberlettirilen "resmî tarih"i bir de İtalyanlara
yutturmaktan başka bir şey değildi. Tabii, eğer Devrim'in anti-emperyalist
kimliğinden bahsetmezseniz, Türk Devrimcilerinin en büyük müttefiğinin Vladimir
İlyiç Lenin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu
gerçeğini de doğal olarak atlarsınız; zira hiçbir Türk, Türkiye Cumhuriyeti'nin
1945'ten sonra, kuruluşunda en çok pay sahibi olan devlete sırt çevirip senatosu
Lozan Antlaşması'nı dahi onamayan Amerika Birleşik Devletleri'nin başını
çektiği kapitalist bloğa yöneldiğini bilmek istemez ve Türkiye'nin yüzünün her
zaman Batı'ya dönük olduğunu bilmek, bir Batılı için kendisine anlatılan pembe
dünya hikayesinin devamı niteliğini taşır.
Yani, sevgili yurttaşlarım,
UNESCO'nun bile açıkça ilan ettiği Atatürk'ün anti-emperyalist eylemlerinden
"değerli müttefikimiz" olan Batı'da pek bahsedilmiyor; kendisinin
"laik bir reformcu" ve "askerî bir deha" olduğundan
bahsedilip işin can alıcı kısmı örtbas ediliyor.
Gelelim Dr. De Renzi'nin
konuşmasındaki en saçma kısma...
Atatürk'ün ideolojik mirasını son
derece yüzeysel bir şekilde betimlemesine karşın Atatürk'ten genelde olumlu
bahseden Dr. De Renzi, Türkiye'nin yüzünü Batı'ya dönmesiyle birlikte
"Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibine daha sıkı sarıldığını ve şu
anda AKP'nin tam anlamıyla bunu gerçekleştirmeye çalıştığını savundu!
Yani, Birleşmiş Milletler Şartları'nın 2. ve 49. maddelerini, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 19.
maddesini ihlal eden, Türk Ceza Kanunu'nun 306. maddesinin işaret ettiği üzere "Türkiye
Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak,
yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunmak"tan
yargılanması gereken, Suriye Devleti'nin ulusal bütünlüğünü tehdit edecek
şekilde, kendilerini "muhalif" olarak adlandıran İslamcı teröristleri
silahlandıran AKP hükümeti, Dr. De Renzi'ye göre "Yurtta sulh, cihanda
sulh" prensibini savunuyor! Batı'nın bakış açısına hayret etmemek elde
değil!
Kendisine bu hususta
yönelttiğim soruya Prof. Anghelone ile birlikte yanıt vermeye çalışan Dr. De Renzi,
"AKP'nin halkın onayını aldığı"ndan ve "Suriye'nin de insan haklarını
ihlal ettiği"nden bahsederek nafile bir konu değiştirme çabası içerisine
girdi ve inandırıcılıktan uzak ifadeler kullanarak beni hayal kırıklığına
uğrattı.
Özetlemek gerekirse, LUISS
Üniversitesi'nin Kemalist Devrim gibi bir tarihsel süreci incelemesi önemliydi
fakat yapılan konuşmalar bir Atatürkçü ve amatör bir tarihçi olarak beni tatmin
etmedi.
Aynı kurumların düzenlediği
konferanslar serisindeki ikinci konferans 12 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşecek
ve konferansta İnönü Dönemi'nden 80 Darbesi'ne kadarki tarihsel süreç ele
alınacak. Konuşmacılar arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim
Görevlisi Prof. Hüseyin Bağcı'nın da olması bekleniyor.