Medeniyet yılla mı ölçülür? Özgür olmayan toplumun bireyleri özgür olabilir mi? Sorgula.

Sunday 21 October 2012

Roma LUISS Üniversitesi'nde "Kemalist Türkiye" Konulu Konferanstan İzlenimler

            18 Ekim 2012 tarihinde, Roma LUISS Üniversitesi'nde, Türkiye Cumhuriyeti'nin oluşumunun ardındaki tarihsel sebepler ve Kemalist Devrim üzerine İtalyan jeopolitika dergisi Limes, LUISS öğrenci topluluğu Narsil ve Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği tarafından düzenlenen bir konferans gerçekleşti. Bendeniz adı geçen üniversitenin bir öğrencisi olduğumdan ve İtalyan akademsiyen ve düşünürlerin ülkemin tarihinin bu en önemli dönemiyle ilgili yapacakları yorumları merak ettiğimden dolayı mevzubahis konferansa -biraz aşırı da olsa- katılım gösterdim.

            İlk konuşmacı, doktorasını La Sapienza Üniversitesi'nde "Türkiye-AB İlişkileri" konulu teziyle Avrupa tarihi üzerine yapmış, S. Pio V Araştırma Enstitüsü siyasi araştırma koordinatörü Prof. Francesco Anghelone'ydi. Konuşmasına Türkiye-Avrupa ilişkilerinin yüzyıllarla ifade edilen bir tarihsel döneme yayıldığını ifade ederek başlayan Prof. Anghelone'nin, Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemindeki siyasi hareketler üzerine yaptığı konuşmada, tarihe Batı'nın geleneksel bakış açısından bakmadığı açıktı fakat bu durum, güzel ülkemin "resmî tarih"indeki eksik sosyolojik analizin bir benzerini yaptığı gerçeğini örtemedi.

            Örnek vermek gerekirse, Dadaloğlu ve nicelerinin yerleşik hayata geçmek için direndiği 19. yüzyılda Osmanlı toplumunun genelini "pre-kapitalist" olarak nitelemek, yaptığı en temel hatalardan biriydi; zira özellikle Balkan kökenli toplumların Osmanlı'dan ayrılmasından sonra Ermeniler ve Yahudiler gibi nüfusun çok önemli bir kısmını oluşturmayan etnik toplulukların tekeline geçen ticaret, kendi merkezlerini üreterek (mevcut olanlar dışında) endüstriyel olmayan bir şehirleşmeyi dahi sağlayacak nitelikte değildi. Prof. Anghelone, sadece bu hatayı yapmakla kalmayıp Balkanlar'daki ayan sorunu ve Güneydoğu Anadolu'da hâlâ devam eden ağalık düzenine değinmeyerek Türkiye'yi ve Slovenya ve Hırvatistan dışındaki Balkan ülkelerini hep Avrupa kriterleriyle değerlendiren İtalyan öğrencileri mevcut dogmalarına mahkum etti.

            Bütün veriler ele alındığında, konuşmasının çok aydınlatıcı olmadığını söyleyebiliriz.

            İkinci konuşmacı, konuşmasını konunun can alıcı kısmı üzerine yapan Türkolog Dr. Federico De Renzi'ydi. Kahve molasında yaptığımız sohbette benimle biraz Türkçe konuşan Dr. De Renzi, mola sonrası yaptığı konuşmada, Avrupa'da sosyaldemokrat çevreler dışında duyduğum en garip tarihsel-siyasi değerlendirmelerden birine imza attı.

            Konuşmasına Türkiye'nin Doğu perspektifinden nasıl değerlendirildiğine değinerek başlayan Dr. De Renzi, Türkiye'nin Doğu (Asya) ile olan bağlarının Batı (Avrupa) ile olan bağlarından daha sıkı olduğunun altını çizdi. Buna örnek olarak son iki yüz yıldaki Türkiye-İran ilişkilerinden bahsederken bu iki ülkeden birinin uyguladığı dış siyasetin hep diğer ülkeyi doğrudan etkilediğine değindi ve bu durumu, İran'da 20. yüzyıla kadar hüküm süren Türki hanedanların etkisine, sosyolojik yapıların benzerliğine ve iktisadi ilişkilerin tarihselliğine dayandırdı.

            Dr. De Renzi'nin Osmanlı'da 20. yüzyılın başından itibaren yaşanan azınlıklar sorunu ve şiddetli iç karışıklıklarla ile ilgili yaptığı yorumlar, şüphesiz konuşmasının en ilginç kısmıydı. Bu bölümde sözde "Ermeni Soykırımı"nın "tarihselden ziyade siyasi" bir ifade olduğunun altını çizen Dr. De Renzi, 1890'dan beri ırkçı Ermeni grupların bölgedeki müslüman topluluklara karşı katliamlar gerçekleştirdiğinden, özellikle Bab-ı Âli Baskını'ndan Kars Antlaşması'na kadar yaklaşık 800.000 Türkmen, Azeri ve Kürdün, Taşnaksütyun gibi "her iyi Ermeninin görevi, kafir müslümanları atalarımızın topraklarından temizlemektir" ifadelerini içeren bir manifesto yayımlamış bir örgüt ve bu örgüte yakın duran milis kuvvetleri tarafından katledildiğinden ve Techir Yasası'nın Faşist İtalya ve Nazi Almanyası örneklerindeki yasalar gibi ırsî içerikli maddeler içermediğinden bahsetti. Kullandığı bu ifadeler, birkaç öğrencinin tepkisini çekse de Avrupa'daki yaygın dogmanın kimi akademik çevrelerce kabul edilmemesinin göstergesi olması açısından önemliydi.

            Bu tarihsel değerlendirmenin akabinde, Kemalist Devrim'i gerçekleştiren kadroların siyasi ve askerî geçmişinden bahsedildi ve doğal olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne değinildi. Bu noktada, söz konusu siyasi oluşumun, Osmanlıcılar ve Jön Türklerin ortaya koyduğu "homojen" ideolojik yapının aksine son derece "heterojen" bir ideolojik yapıya sahip olduğunu ifade eden Dr. De Renzi, Enver Paşa'nın Turancılığının, Talat Paşa'nın "Anadolu Türkçülüğü"  yahut Cemal Paşa'nın "Avrupai milliyetçiliği" ile alakası olmadığını belirterek Mustafa Kemal'in bu üçlünün arasından sıyrılabilmesini iç siyaseti iyi analiz etmesine, stratejik zekasına ve pragmatik bakış açısına bağladı. Kendisinin "pragmatizm" gibi, özellikle liberal literatürün hakim olduğu Avrupa'da çok farklı anlamlar yüklenebilecek bir ifadeyi kullanmasına rağmen Atatürk'ten bu dönem üzerine yaptığı değerlendirmelerde olumlu bahsettiğini söyleyebiliriz.

            Dr. De Renzi'nin konuşmasının son kısmına, yani Kemalist Devrim süreci ve Devrim'in nitelikleri ile ilgili kısma gelirsek birçok eksik ve kullandığı son birkaç ifadenin saçmalığı göze çarpıyor.     

            Bu bölümde atlanan en önemli kısım, Kemalist Devrim'in Batı'nın iradesine rağmen gerçekleşmiş anti-emperyalist bir devrim olduğu gerçeğiydi. Anadolu'yu işgal eden müttefikler ve işbirlikçilerinin kim olduğu bu kadar açıkken Devrim'in laik kimliğini ön plana çıkararak Devrim'i "Batıcı" olarak nitelemek, Türk öğrencilere 80 Darbesi'nden beri ezberlettirilen "resmî tarih"i bir de İtalyanlara yutturmaktan başka bir şey değildi. Tabii, eğer Devrim'in anti-emperyalist kimliğinden bahsetmezseniz, Türk Devrimcilerinin en büyük müttefiğinin Vladimir İlyiç Lenin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu gerçeğini de doğal olarak atlarsınız; zira hiçbir Türk, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1945'ten sonra, kuruluşunda en çok pay sahibi olan devlete sırt çevirip senatosu Lozan Antlaşması'nı dahi onamayan Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği kapitalist bloğa yöneldiğini bilmek istemez ve Türkiye'nin yüzünün her zaman Batı'ya dönük olduğunu bilmek, bir Batılı için kendisine anlatılan pembe dünya hikayesinin devamı niteliğini taşır.

            Yani, sevgili yurttaşlarım, UNESCO'nun bile açıkça ilan ettiği Atatürk'ün anti-emperyalist eylemlerinden "değerli müttefikimiz" olan Batı'da pek bahsedilmiyor; kendisinin "laik bir reformcu" ve "askerî bir deha" olduğundan bahsedilip işin can alıcı kısmı örtbas ediliyor.
           
            Gelelim Dr. De Renzi'nin konuşmasındaki en saçma kısma...

            Atatürk'ün ideolojik mirasını son derece yüzeysel bir şekilde betimlemesine karşın Atatürk'ten genelde olumlu bahseden Dr. De Renzi, Türkiye'nin yüzünü Batı'ya dönmesiyle birlikte "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibine daha sıkı sarıldığını ve şu anda AKP'nin tam anlamıyla bunu gerçekleştirmeye çalıştığını savundu!

            Yani, Birleşmiş Milletler Şartları'nın 2. ve 49. maddelerini, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 19. maddesini ihlal eden, Türk Ceza Kanunu'nun 306. maddesinin işaret ettiği üzere "Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak, yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunmak"tan yargılanması gereken, Suriye Devleti'nin ulusal bütünlüğünü tehdit edecek şekilde, kendilerini "muhalif" olarak adlandıran İslamcı teröristleri silahlandıran AKP hükümeti, Dr. De Renzi'ye göre "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibini savunuyor! Batı'nın bakış açısına hayret etmemek elde değil!

            Kendisine bu hususta yönelttiğim soruya Prof. Anghelone ile birlikte yanıt vermeye çalışan Dr. De Renzi, "AKP'nin halkın onayını aldığı"ndan ve "Suriye'nin de insan haklarını ihlal ettiği"nden bahsederek nafile bir konu değiştirme çabası içerisine girdi ve inandırıcılıktan uzak ifadeler kullanarak beni hayal kırıklığına uğrattı.

            Özetlemek gerekirse, LUISS Üniversitesi'nin Kemalist Devrim gibi bir tarihsel süreci incelemesi önemliydi fakat yapılan konuşmalar bir Atatürkçü ve amatör bir tarihçi olarak beni tatmin etmedi.

            Aynı kurumların düzenlediği konferanslar serisindeki ikinci konferans 12 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşecek ve konferansta İnönü Dönemi'nden 80 Darbesi'ne kadarki tarihsel süreç ele alınacak. Konuşmacılar arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Hüseyin Bağcı'nın da olması bekleniyor.