Five Countries, Five Seas
The abovementioned "Five Countries"
are Turkey, Syria, Iraq, Iran and Azerbaijan.
The abovementioned "Five Seas", on the other hand, are the Black Sea,
the Mediterranean Sea, the Aegean Sea, the Sea of Oman and the Caspian Sea.
So, what exactly do we mean by "Five Countries, Five Seas"?
Are we going to act like sovereigns or peons?
Nowadays, the capitalist
oligarchs of Turkey are calling for a new bloody "Mosul Campaign" to
"decrease the current account deficit".
Our neighbours are being threatened with a so-called "Turco-Kurdish
alliance".
The real alliance is between the US and Israel. Turks and Kurds are being used
as mere peons!
Today, the real problem of both the Turks and the Kurds is the partnership
between Erdoğan, Barzani and Öcalan. It is a threat for Western Asia and, as a
matter of fact, for the entire world. This treacherous partnership in crime is
not an alliance between peoples, it is a reflection of the dirty plans of the
US and Israel.
The role given to the Turks and the Kurds by the US is that of mere peons!
The "Five Countries, Five Seas"
Plan will consolidate the sovereignty of the peoples of Western Asia!
Warm Blood Is Needed for Hot Money
Yesterday, the Hürriyet
newspaper ran an article by Ege Cansen. He had basically written about how the
amount of liquidity is going to decrease drastically by mid-2013 and the need
to launch a new "Mosul Campaign" to avoid that fate.
So, the oil is going to flow into the refineries of global oligarchs while Muhammad,
Firouz and Mehmet shed their blood, is that right?
This is, without a doubt, an inhuman way of thinking.
Trade Your Dignity for Oil
The religious mafioso
regime which "consolidates" its power by giving out free pasta before
the elections is thinking of giving out free oil.
According to them, this act will surely melt the Turkish integrity!
"Surrender your dignity, get your free oil", stocks will rise and
everyone will be happy, is that right?
What kind of happiness can the people achieve with an unproductive economy
without social dignity?
Surely, those murderers must have considered this aspect before we did.
Let Us Conquer Basra and Let Iraq Conquer
Istanbul
Why do we need a war for
oil, anyway?
Wouldn't it be nice if we united with Iraq instead of planning to pillage its
northern regions?
That way, Turkey would conquer Basra and Iraq would conquer Istanbul.
Without Bloodshed, Through Peace
Without bloodshed,
through peace.
This is the only policy that will allow Turkey to benefit from the natural
resources of Iraq and will allow Iraq to benefit from the industrial capacity
of Turkey.
This is the only policy that will finally put an end to the so-called
"Kurdish problem".
There is no need for war, Iraq is ready for peace.
Both Syria and Iran yearn for a Western Asian Union.
Azerbaijan is a natural part of Western Asia. It is the pearl of the Caspian
Sea.
Our Plan Unites the Region
The Western Asian Union
unites all Turks, Kurds, Iranians and Arabs and gives them access to five seas.
The Western Asian Union unites all Sunnis, Shias and Christians in the common
heritage of mankind.
The Western Asian Union unites the Turks of all countries.
The Western Asian Union unites the Kurds of all countries.
The Western Asian Union unites the Iranians of all countries.
The Western Asian Union unites the Arabs of all countries.
The Western Asian Union allows the peoples of the region to become a force to
be reckoned with in the international arena.
A Path to Prosperity
These five countries
have everything:
Compassionate people,
An amazing civilization,
Vast cultural heritage,
Natural resources,
Decent industry,
They have absolutely everything.
If the Western Asian Union is realized, it will surely become a determinant
factor.
Eurasia is an important ally and a strategic partner of the Western Asian
Union.
It will lead to stability and beneficial relations with Eurasian countries.
If we have such a solution in our hands, why are we wasting it to sadisfy the
bloodlust of certain oligarchs?
Are we going to shed our blood for American and Zionist interests?
Don't you think that those who plan to divide Iraq have similar plans regarding
Turkey, Iran and Syria?
Under such circumstances, isn't it immoral to threaten the sovereignty of Iraq?
Is Turkishness a reason to threaten your neighbours?
Is Kurdishness a reason to be a peon of Western imperialism?
We Are Going to Unite the Five Countries and the
Five Seas!
We, as the Aydınlık
Movement (Workers' Party) , have been trying to unite the Five Countries and
the Five Seas for three decades.
The time is ripe to unite the Five Countries! The only obstacle is the Erdoğan
Government!
The plans of the US and Israel depend on Prime Minister Erdoğan and President
Gül. Öcalan and Barzani are their puppets!
It is a shame for us Turks and Kurds to support such puppets!
Nevertheless, the rule of the US and Israel has come to an end.
We will destroy the religious mafioso regime of Erdoğan and Gül!
We will unite the Five Countries and the Five Seas!
The People of Turkey will do their duty!
Doğu Perinçek
Vox Seditiosa Turcorum - Novum Populum
Medeniyet yılla mı ölçülür? Özgür olmayan toplumun bireyleri özgür olabilir mi? Sorgula.
Friday, 1 February 2013
Monday, 10 December 2012
Limassol Deklarasyonu'nun Hukuki Analizi ve Türkiye'nin Çıkarları
Bilindiği üzere, 7 Ekim 2012 tarihinde
Lefkoşa'nın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne ait bölümünde AB üyesi ülkelerin
temsilcileri tarafından üye ülkelerin ortak deniz siyasetini belirlemek
amacıyla yapılan toplantının sonucunda "Limassol Deklarasyonu" başlıklı
29 maddelik bir beyanname yayımlandı.
Liberal basının önemli ölçüde sansürlediği bu beyanname, Türk kamuoyuna Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı "Ege'yi ve Akdeniz'i Gaspettiler!" başlıklı yazıyla duyuruldu. Yıldız, yazısında söz konusu beyannamenin Türkiye'yi ilgilendiren kısmını basit bir dille özetlemiş ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yakın tarihlerde gerçekleştirdiği Yunanistan ziyaretini bu beyannamenin yayımlanması bağlamında değerlendirmişti.
Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı yazının siyasi açıdan toplumu yeterli ölçüde bilgilendirdiği aşikar; fakat işbu meselede altı çizilmesi gereken temel hususlar, Türk diplomasisinin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına sahip çıkma konusundaki acziyetinin yanı sıra söz konusu beyannamenin uluslararası hukuka aykırı olmasıdır.
Bu noktada biraz ayrıntıya girmek faydalı olacak:
Türkiye ve Yunanistan arasındaki karasular çatışmasının hukuki mercilere taşınması, 1976 yılına rastlar. Bu tarihte Yunanistan, bir devlet kurumu olan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) 1973 yılının kasım ayından itibaren Yunan adalarının karasuları olduğunu iddia ettiği bölgelerde arama yapmasını bir hak ihlali olarak değerlendirmiş ve Türkiye'nin de onayıyla meseleyi Uluslararası Adalet Mahkemesi'ne taşımıştı.
Hukuki süreçte Yunanlı hukukçuların öne sürdüğü temel argüman, Türkiye'nin 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Toplantısı'nda belirlenen "eşit mesafe" kuralına uymayarak Yunan karasularını ihlal ettiğiydi. Söz konusu kural, karşılıklı kıyılara sahip olan ülkelerin kıyıları arasındaki mesafenin ikiye bölünmesini ve tarafların kıyılar arasında belirlenen orta nokta ile kendilerine ait kıyının en uç noktası arasındaki su kütlesi üzerinde egemenlik hakkını kullanmasını öngörüyordu.
Bu noktada, Yunan adalarının Türkiye'ye ait olan toprak kütlesine son derece yakın olması, Türkiye için ciddi bir dezavantajdı; fakat Uluslararası Adalet Mahkemesi, daha öncesinde Batı Almanya'nın 1967 Hollanda ve Danimarka aleyhine açtığı "Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı" başlıklı davada bu kuralın istisnai durumlarda uygulanmayabileceği kararına vararak kıyıları daha içerlek olan Batı Almanya'yı haklı bulmuş ve mevzubahis ülkelerin "coğrafi kriterleri göz önünde bulundurarak" tekrar masaya oturması gerektiğine karar vermişti.
Nitekim Türk hukukçular, Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin daha önce verdiği bu önemli kararı göz önünde bulundurarak Yunan adalarının özel coğrafi niteliğine işaret etmiş ve Yunan adalarının "Türkiye'ye ait olan toprak kütlesinin devamı" özelliği taşıdığından ötürü kendine ait bir kıta sahanlığına sahip olamayacağını öne sürmüştü.
İki yıl süren davanın sonunda Uluslararası Adalet Mahkemesi, Yunanistan'ın taleplerini reddetmiş ve tarafları 1967'deki Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davasında olduğu gibi tarafların müzakere masasına oturması gerektiğine karar vermişti.
Bu noktadan sonra Türkiye'nin izlediği tavizsiz dış politika, Yunanistan'ı geri adım atmaya zorlamış, bunun sonucunda Yunan adalarının karasularının sınırı 6 deniz mili olarak belirlenmiş ve Türkiye uzun bir süre Yunan adalarının 6-12 deniz mili ötesinde egemenlik hakkını, Yunanistan'ın sessiz kabullenmesi sonucu etkili bir şekilde kullanmıştı.
Bu önemli tarihsel ayrıntıları aktarmış olduğumuza göre, "Limassol Deklarasyonu"nda belirtilen III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nden ve bunun AB tarafından nasıl yorumlandığından bahsedebiliriz.
Söz konusu beyannamenin 6. maddesinde belirtildiği üzere, beyannameye imza atan AB üye ülkeleri temsilcileri III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin öngördüğü kriterlerin AB ülkeleri tarafından uygulanması gerektiği konusunda anlaşmaya vardıklarını ilan etmekte.
Peki reelpolitik çerçevesinde bu sözleşme nasıl değerlendiriliyor?
Bunu anlamak için Yunanistan Dışişleri Bakanlığının son yıllarda yaptığı açıklamalara göz atmak yeterli:
27 Mart 2011, PASOK hükümeti dışişleri bakanı Dimitri Droutsas: "Türkiye bir seçim arifesinde olabilir ama bu Ege'deki mevcut durumun aciliyetini değiştirmez. (...) Dolayısıyla elimizde iki çözüm yolu var: Müzakere ya da Lahey (Uluslararası Adalet Mahkemesi) (...) Türkiye'nin eylemlerinin Deniz Hukuku normlarına uyumlu olması gerekmektedir."
Bu açık tehdidi yumuşatarak tekrarlayan uluslararası kurumların varlığını görmezden gelmek de büyük bir gaflet olur:
Önemli ölçüde ABD ve AB tarafından finanse edilen klasik "NGO"lardan Uluslararası Kriz Grubu'nun çözüm önerisi: "Türkiye, Yunanistan ile ilgili sorunlarıyla ilgili olarak III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nde belirtilen 12 mil sınırına uygun bir çözüm arayışı içinde olmalıdır."
Bununla birlikte 1981'den önce Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunları nötr bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışan AT/AB, Yunanistan'ın birliğe katılmasından sonra nötrlüğünü her şeyden önce siyasi olarak yitirmiş ve özellikle 1999 yılında başlayan Helsinki sürecinde adeta Türkiye'ye "III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne dayanarak" (!) Yunanistan'a taviz vermesi yönünde direktif vermeye başlamıştır.
Bu noktada sorulması gereken soru bellidir: "Ne diyor bu III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi?"
Aslına bakarsanız, bu kapsamlı metin birçok ince ayrıntıyı dahi kapsamayı başarmış fakat özellikle karasular, kıta sahanlığı ve bir coğrafi unsur olarak "körfez"in hukuki olarak tanımlanması hususlarında pratik açıdan bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Biz, Yunanistan'la aramızdaki sorunun bugünkü can alıcı noktasına, yani Batılı zat-ı muhteremlerin ağzına sakız ettiği karasuların hukuki niteliğini ve azami niceliğini inceleyeceğiz.
Öncelikle, kıyı ülkelerinin egemenlik hakkını kullandığı alanı niteleyen ikinci maddeye göz atalım:
" 1- The sovereignty of a coastal State extends, beyond its land territory and internal waters and, in the case of an archipelagic State, its archipelagic waters, to an adjacent belt of sea, described as the territorial sea."
Yani, bir kıyı devletinin egemenliği, sadece sınırıları dahilindeki kara parçasını kapsamaz, kıyıya bitişik bir "su kemeri" üzerinde de uygulanabilir; bunu biliyoruz fakat "takımadalar"ın tanımı havada kaldığından ötürü Yunan adalarının arasındaki su kütlesinin Yunanistan'ın hukuki egemenliğini uygulayabileceği nitelikte olup olmadığı muamma. Elbette, tarihsel ve etimolojik olarak yukarıda kullanılan ve "takımadalar" anlamına gelen "archipelago" kelimesi, Yunan adalarına verilen isimle doğrudan ilişkilidir; fakat örnek verecek olursak Sakız Adası ile Rodos arasında bir iç deniz mevcut mudur? Ya da Yunanistan, On İki Adalar arasındaki su kütlesi üzerinde Datça Burnu'na ve Datça Burnu'na bitişik olan "su kemeri"ne rağmen egemenlik iddia edebilir mi?
İlk soru, ki Yunanistan ve diğer AB üyesi ülkeler tarafından tarafından önümüze konma ihtimali olan argümanlardan bir tanesine işaret etmekte, açık bir olumsuz yanıta karşılık geliyor. Aralarında millerce mesafe olan adaları dahi (öz tarihinden kalan sillojistik yaklaşım ile olsa gerek) birbiriyle ilişkilendirmeye çalışan Yunanistan'ın her şeyden önce coğrafya bilimiyle yüzleşmesi gerekmektedir; zira her gördüğümüz bıyıklı kişi babamız olmadığı gibi, her aynı denizi paylaşan ada grubu da takımada değildir.
İkinci sorunun yanıtı ise hukuki değil, siyasidir ve diplomasi kanalıyla çözülür. Dolayısıyla, Yunanistan'ın AB'yi arkasına alarak alacağı hiçbir karar Türkiye'nin rızası olmadan Türkiye'yi bağlamaz.
Sonraki fıkra:
"2. This sovereignty extends to the air space over the territorial sea as well as to its bed and subsoil."
Bu ifadedeki önemli nokta, karasularımız olarak belirlenen su kütlesinin altındaki kaynaklardan faydalanma hakkımızın olması. Hiçbir bu noktada "aman doğal dengeyi bozma" uyarısında bulunma hakkına sahip değildir zira Antarktika gibi dünyamız için çok önemli bir kıtada dahi bazı ülkeler çevre sulardaki kaynakları silip süpürme yarışına girdiler. Bu noktada bize "lolo" yapmaları kendilerini küçük düşürmelerine yol açar; zira, hukuki bağlayıcılığın asgari olduğu bir bölümün bu en muğlak alanında dahi bu doğrultuda yapılan açıklamalar, çok sevdiğim bir bilim adamının dediği gibi, "beş taş oynamak"tan başka bir şey değildir.
Hukuki niteliği inceledik. Öyleyse sıra, pratiği belirleyecek olan yasal niceliği incelemeye geldi.
Bunun için öncelikle üçüncü maddeyi gözden geçirelim:
"Every State has the right to establish the breadth of its territorial sea up to a limit not exceeding 12 nautical miles, measured from baselines determined in accordance with this Convention."
Yani, bu maddeye göre her devletin kara sularını bazal noktalardan (dördüncü maddeye göre, kıyının ötesinde sığ suların başladığı noktalar) en fazla 12 deniz mili öteye kadar genişletme hakkı var. İfadenin dilsel anlamını incelersek, her devlet karasularını bazal noktadan 12 mil öteye kadar genişletebilir fakat bir anlaşma gereği veya başka bir devletin benzer bir hakkının mevcudiyetinde (ki Anadolu kara kütlesinin Yunan adalarına olan yakınlığı göz önünde bulundurulursa benzer bir hak Türkiye için de geçerli olduğundan dolayı biz de bu noktadayız) , sözleşmenin getirdiği yükümlülükle bu hakkından pekâlâ feragat edebilir. Dolayısıyla, pratikte yine hukukun sınırlarından çıkıyor, siyasetin sınırlarının içine giriyoruz ve diplomatik acziyetin ulusal çıkarları ne kadar sarsabileceğine tekrar şahit oluyoruz.
Bununla birlikte, sözleşmenin 123. maddesinde, 122. maddede tanımı yapılan ("...'enclosed or semi-enclosed sea' means a gulf, basin or sea surrounded by two or more States and connected to another sea or the ocean by a narrow outlet or consisting entirely or primarily of the territorial seas and exclusive economic zones of two or more coastal States") Türkiye ve Yunanistan gibi kapalı-yarı kapalı denize kıyısı olan ülkelerin arasındaki işbirliğinin, yani (içtihaden) anlaşmanın hukuken mecburi ve (içtihaden) belirleyici olduğu belirtilmiştir.
"States bordering an enclosed or semi-enclosed sea should cooperate with each other in the exercise of their rights and in the performance of their duties under this Convention."
Özetle, bağımsız bir Türkiye'nin Yunanistan ve AB hususunda dış siyaset stratejisini belirlemek için göz önünde bulundurması gereken hukuki veriler şunlardır:
1- III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ndeki maddeler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki mevcut sorunlar için net bir çözüm getirmemektedir; zira iki ülkenin karşılıklı kıyıları, 12 mil kuralının bir tarafın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden uygulanması için birbirinden yeterince uzak değildir. Bu noktada "eşit mesafe" kuralı ve türevi kuralların uygulanamayacağı da Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin 1978 yılında verdiği kararla sabittir.
2- Yunanistan'ın bu mesele ile ilgili, AB'yi de arkasına alarak herhangi bir karar vermesi Türkiye'nin rızası olmadan Türkiye'yi bağlamaz.
3- Türkiye'nin, BM sözleşmesi kriterlerine (1945) göre Yunanistan'ın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden izleyeceği herhangi bir dış siyaset, Yunanistan ile Türkiye'nin arasında Yunanistan ve AB'nin dayatmaları doğrultusunda herhangi bir anlaşma olmadığından ötürü, gayrımeşru değildir.
Yani, bağımsız bir Türkiye'nin yapması gereken, ulusal çıkarlarını hiçe sayan Helsinki Süreci'ni sona erdirmek, çürüyen AB kapısında sürünmekten vazgeçmek ve bağımsız bir politikayla komşu ülke Yunanistan'la tekrar masaya oturmaktır. Aksi takdirde, bugün sürdürülen politikanın getireceği üzere, AB'nin diktaları sessizce kabullenilmiş olacak ve Türkiye'nin ulusal kıta sahanlığı olarak belirlediği ve araştırma yapma yetkisinin olduğu uluslararası sular Yunan karasularına geçmiş olacaktır. Bu durum, Türkiye'yi önemli bir ekonomik kaynaktan hukuksuzca mahrum bırakacaktır.
Bizim yurtseverler olarak yapmamız gereken, bu konuda hassas olmak ve özellikle Ege Bölgesi'nde denizden geçinen yurttaşlarımızı bu konuda bilgilendirmektir.
Liberal basının önemli ölçüde sansürlediği bu beyanname, Türk kamuoyuna Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı "Ege'yi ve Akdeniz'i Gaspettiler!" başlıklı yazıyla duyuruldu. Yıldız, yazısında söz konusu beyannamenin Türkiye'yi ilgilendiren kısmını basit bir dille özetlemiş ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yakın tarihlerde gerçekleştirdiği Yunanistan ziyaretini bu beyannamenin yayımlanması bağlamında değerlendirmişti.
Müyesser Yıldız'ın kaleme aldığı yazının siyasi açıdan toplumu yeterli ölçüde bilgilendirdiği aşikar; fakat işbu meselede altı çizilmesi gereken temel hususlar, Türk diplomasisinin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına sahip çıkma konusundaki acziyetinin yanı sıra söz konusu beyannamenin uluslararası hukuka aykırı olmasıdır.
Bu noktada biraz ayrıntıya girmek faydalı olacak:
Türkiye ve Yunanistan arasındaki karasular çatışmasının hukuki mercilere taşınması, 1976 yılına rastlar. Bu tarihte Yunanistan, bir devlet kurumu olan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) 1973 yılının kasım ayından itibaren Yunan adalarının karasuları olduğunu iddia ettiği bölgelerde arama yapmasını bir hak ihlali olarak değerlendirmiş ve Türkiye'nin de onayıyla meseleyi Uluslararası Adalet Mahkemesi'ne taşımıştı.
Hukuki süreçte Yunanlı hukukçuların öne sürdüğü temel argüman, Türkiye'nin 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Toplantısı'nda belirlenen "eşit mesafe" kuralına uymayarak Yunan karasularını ihlal ettiğiydi. Söz konusu kural, karşılıklı kıyılara sahip olan ülkelerin kıyıları arasındaki mesafenin ikiye bölünmesini ve tarafların kıyılar arasında belirlenen orta nokta ile kendilerine ait kıyının en uç noktası arasındaki su kütlesi üzerinde egemenlik hakkını kullanmasını öngörüyordu.
Bu noktada, Yunan adalarının Türkiye'ye ait olan toprak kütlesine son derece yakın olması, Türkiye için ciddi bir dezavantajdı; fakat Uluslararası Adalet Mahkemesi, daha öncesinde Batı Almanya'nın 1967 Hollanda ve Danimarka aleyhine açtığı "Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı" başlıklı davada bu kuralın istisnai durumlarda uygulanmayabileceği kararına vararak kıyıları daha içerlek olan Batı Almanya'yı haklı bulmuş ve mevzubahis ülkelerin "coğrafi kriterleri göz önünde bulundurarak" tekrar masaya oturması gerektiğine karar vermişti.
Nitekim Türk hukukçular, Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin daha önce verdiği bu önemli kararı göz önünde bulundurarak Yunan adalarının özel coğrafi niteliğine işaret etmiş ve Yunan adalarının "Türkiye'ye ait olan toprak kütlesinin devamı" özelliği taşıdığından ötürü kendine ait bir kıta sahanlığına sahip olamayacağını öne sürmüştü.
İki yıl süren davanın sonunda Uluslararası Adalet Mahkemesi, Yunanistan'ın taleplerini reddetmiş ve tarafları 1967'deki Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davasında olduğu gibi tarafların müzakere masasına oturması gerektiğine karar vermişti.
Bu noktadan sonra Türkiye'nin izlediği tavizsiz dış politika, Yunanistan'ı geri adım atmaya zorlamış, bunun sonucunda Yunan adalarının karasularının sınırı 6 deniz mili olarak belirlenmiş ve Türkiye uzun bir süre Yunan adalarının 6-12 deniz mili ötesinde egemenlik hakkını, Yunanistan'ın sessiz kabullenmesi sonucu etkili bir şekilde kullanmıştı.
Bu önemli tarihsel ayrıntıları aktarmış olduğumuza göre, "Limassol Deklarasyonu"nda belirtilen III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nden ve bunun AB tarafından nasıl yorumlandığından bahsedebiliriz.
Söz konusu beyannamenin 6. maddesinde belirtildiği üzere, beyannameye imza atan AB üye ülkeleri temsilcileri III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin öngördüğü kriterlerin AB ülkeleri tarafından uygulanması gerektiği konusunda anlaşmaya vardıklarını ilan etmekte.
Peki reelpolitik çerçevesinde bu sözleşme nasıl değerlendiriliyor?
Bunu anlamak için Yunanistan Dışişleri Bakanlığının son yıllarda yaptığı açıklamalara göz atmak yeterli:
27 Mart 2011, PASOK hükümeti dışişleri bakanı Dimitri Droutsas: "Türkiye bir seçim arifesinde olabilir ama bu Ege'deki mevcut durumun aciliyetini değiştirmez. (...) Dolayısıyla elimizde iki çözüm yolu var: Müzakere ya da Lahey (Uluslararası Adalet Mahkemesi) (...) Türkiye'nin eylemlerinin Deniz Hukuku normlarına uyumlu olması gerekmektedir."
Bu açık tehdidi yumuşatarak tekrarlayan uluslararası kurumların varlığını görmezden gelmek de büyük bir gaflet olur:
Önemli ölçüde ABD ve AB tarafından finanse edilen klasik "NGO"lardan Uluslararası Kriz Grubu'nun çözüm önerisi: "Türkiye, Yunanistan ile ilgili sorunlarıyla ilgili olarak III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nde belirtilen 12 mil sınırına uygun bir çözüm arayışı içinde olmalıdır."
Bununla birlikte 1981'den önce Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunları nötr bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışan AT/AB, Yunanistan'ın birliğe katılmasından sonra nötrlüğünü her şeyden önce siyasi olarak yitirmiş ve özellikle 1999 yılında başlayan Helsinki sürecinde adeta Türkiye'ye "III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne dayanarak" (!) Yunanistan'a taviz vermesi yönünde direktif vermeye başlamıştır.
Bu noktada sorulması gereken soru bellidir: "Ne diyor bu III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi?"
Aslına bakarsanız, bu kapsamlı metin birçok ince ayrıntıyı dahi kapsamayı başarmış fakat özellikle karasular, kıta sahanlığı ve bir coğrafi unsur olarak "körfez"in hukuki olarak tanımlanması hususlarında pratik açıdan bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Biz, Yunanistan'la aramızdaki sorunun bugünkü can alıcı noktasına, yani Batılı zat-ı muhteremlerin ağzına sakız ettiği karasuların hukuki niteliğini ve azami niceliğini inceleyeceğiz.
Öncelikle, kıyı ülkelerinin egemenlik hakkını kullandığı alanı niteleyen ikinci maddeye göz atalım:
" 1- The sovereignty of a coastal State extends, beyond its land territory and internal waters and, in the case of an archipelagic State, its archipelagic waters, to an adjacent belt of sea, described as the territorial sea."
Yani, bir kıyı devletinin egemenliği, sadece sınırıları dahilindeki kara parçasını kapsamaz, kıyıya bitişik bir "su kemeri" üzerinde de uygulanabilir; bunu biliyoruz fakat "takımadalar"ın tanımı havada kaldığından ötürü Yunan adalarının arasındaki su kütlesinin Yunanistan'ın hukuki egemenliğini uygulayabileceği nitelikte olup olmadığı muamma. Elbette, tarihsel ve etimolojik olarak yukarıda kullanılan ve "takımadalar" anlamına gelen "archipelago" kelimesi, Yunan adalarına verilen isimle doğrudan ilişkilidir; fakat örnek verecek olursak Sakız Adası ile Rodos arasında bir iç deniz mevcut mudur? Ya da Yunanistan, On İki Adalar arasındaki su kütlesi üzerinde Datça Burnu'na ve Datça Burnu'na bitişik olan "su kemeri"ne rağmen egemenlik iddia edebilir mi?
İlk soru, ki Yunanistan ve diğer AB üyesi ülkeler tarafından tarafından önümüze konma ihtimali olan argümanlardan bir tanesine işaret etmekte, açık bir olumsuz yanıta karşılık geliyor. Aralarında millerce mesafe olan adaları dahi (öz tarihinden kalan sillojistik yaklaşım ile olsa gerek) birbiriyle ilişkilendirmeye çalışan Yunanistan'ın her şeyden önce coğrafya bilimiyle yüzleşmesi gerekmektedir; zira her gördüğümüz bıyıklı kişi babamız olmadığı gibi, her aynı denizi paylaşan ada grubu da takımada değildir.
İkinci sorunun yanıtı ise hukuki değil, siyasidir ve diplomasi kanalıyla çözülür. Dolayısıyla, Yunanistan'ın AB'yi arkasına alarak alacağı hiçbir karar Türkiye'nin rızası olmadan Türkiye'yi bağlamaz.
Sonraki fıkra:
"2. This sovereignty extends to the air space over the territorial sea as well as to its bed and subsoil."
Bu ifadedeki önemli nokta, karasularımız olarak belirlenen su kütlesinin altındaki kaynaklardan faydalanma hakkımızın olması. Hiçbir bu noktada "aman doğal dengeyi bozma" uyarısında bulunma hakkına sahip değildir zira Antarktika gibi dünyamız için çok önemli bir kıtada dahi bazı ülkeler çevre sulardaki kaynakları silip süpürme yarışına girdiler. Bu noktada bize "lolo" yapmaları kendilerini küçük düşürmelerine yol açar; zira, hukuki bağlayıcılığın asgari olduğu bir bölümün bu en muğlak alanında dahi bu doğrultuda yapılan açıklamalar, çok sevdiğim bir bilim adamının dediği gibi, "beş taş oynamak"tan başka bir şey değildir.
Hukuki niteliği inceledik. Öyleyse sıra, pratiği belirleyecek olan yasal niceliği incelemeye geldi.
Bunun için öncelikle üçüncü maddeyi gözden geçirelim:
"Every State has the right to establish the breadth of its territorial sea up to a limit not exceeding 12 nautical miles, measured from baselines determined in accordance with this Convention."
Yani, bu maddeye göre her devletin kara sularını bazal noktalardan (dördüncü maddeye göre, kıyının ötesinde sığ suların başladığı noktalar) en fazla 12 deniz mili öteye kadar genişletme hakkı var. İfadenin dilsel anlamını incelersek, her devlet karasularını bazal noktadan 12 mil öteye kadar genişletebilir fakat bir anlaşma gereği veya başka bir devletin benzer bir hakkının mevcudiyetinde (ki Anadolu kara kütlesinin Yunan adalarına olan yakınlığı göz önünde bulundurulursa benzer bir hak Türkiye için de geçerli olduğundan dolayı biz de bu noktadayız) , sözleşmenin getirdiği yükümlülükle bu hakkından pekâlâ feragat edebilir. Dolayısıyla, pratikte yine hukukun sınırlarından çıkıyor, siyasetin sınırlarının içine giriyoruz ve diplomatik acziyetin ulusal çıkarları ne kadar sarsabileceğine tekrar şahit oluyoruz.
Bununla birlikte, sözleşmenin 123. maddesinde, 122. maddede tanımı yapılan ("...'enclosed or semi-enclosed sea' means a gulf, basin or sea surrounded by two or more States and connected to another sea or the ocean by a narrow outlet or consisting entirely or primarily of the territorial seas and exclusive economic zones of two or more coastal States") Türkiye ve Yunanistan gibi kapalı-yarı kapalı denize kıyısı olan ülkelerin arasındaki işbirliğinin, yani (içtihaden) anlaşmanın hukuken mecburi ve (içtihaden) belirleyici olduğu belirtilmiştir.
"States bordering an enclosed or semi-enclosed sea should cooperate with each other in the exercise of their rights and in the performance of their duties under this Convention."
Özetle, bağımsız bir Türkiye'nin Yunanistan ve AB hususunda dış siyaset stratejisini belirlemek için göz önünde bulundurması gereken hukuki veriler şunlardır:
1- III. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ndeki maddeler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki mevcut sorunlar için net bir çözüm getirmemektedir; zira iki ülkenin karşılıklı kıyıları, 12 mil kuralının bir tarafın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden uygulanması için birbirinden yeterince uzak değildir. Bu noktada "eşit mesafe" kuralı ve türevi kuralların uygulanamayacağı da Uluslararası Adalet Mahkemesi'nin 1978 yılında verdiği kararla sabittir.
2- Yunanistan'ın bu mesele ile ilgili, AB'yi de arkasına alarak herhangi bir karar vermesi Türkiye'nin rızası olmadan Türkiye'yi bağlamaz.
3- Türkiye'nin, BM sözleşmesi kriterlerine (1945) göre Yunanistan'ın temel ulusal egemenlik haklarını ihlal etmeden izleyeceği herhangi bir dış siyaset, Yunanistan ile Türkiye'nin arasında Yunanistan ve AB'nin dayatmaları doğrultusunda herhangi bir anlaşma olmadığından ötürü, gayrımeşru değildir.
Yani, bağımsız bir Türkiye'nin yapması gereken, ulusal çıkarlarını hiçe sayan Helsinki Süreci'ni sona erdirmek, çürüyen AB kapısında sürünmekten vazgeçmek ve bağımsız bir politikayla komşu ülke Yunanistan'la tekrar masaya oturmaktır. Aksi takdirde, bugün sürdürülen politikanın getireceği üzere, AB'nin diktaları sessizce kabullenilmiş olacak ve Türkiye'nin ulusal kıta sahanlığı olarak belirlediği ve araştırma yapma yetkisinin olduğu uluslararası sular Yunan karasularına geçmiş olacaktır. Bu durum, Türkiye'yi önemli bir ekonomik kaynaktan hukuksuzca mahrum bırakacaktır.
Bizim yurtseverler olarak yapmamız gereken, bu konuda hassas olmak ve özellikle Ege Bölgesi'nde denizden geçinen yurttaşlarımızı bu konuda bilgilendirmektir.
Sunday, 21 October 2012
Roma LUISS Üniversitesi'nde "Kemalist Türkiye" Konulu Konferanstan İzlenimler
18 Ekim 2012 tarihinde, Roma LUISS Üniversitesi'nde, Türkiye
Cumhuriyeti'nin oluşumunun ardındaki tarihsel sebepler ve Kemalist Devrim
üzerine İtalyan jeopolitika dergisi Limes, LUISS öğrenci topluluğu Narsil ve
Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği tarafından düzenlenen bir konferans
gerçekleşti. Bendeniz adı geçen üniversitenin bir öğrencisi olduğumdan ve İtalyan
akademsiyen ve düşünürlerin ülkemin tarihinin bu en önemli dönemiyle ilgili
yapacakları yorumları merak ettiğimden dolayı mevzubahis konferansa -biraz
aşırı da olsa- katılım gösterdim.
İlk konuşmacı, doktorasını La Sapienza Üniversitesi'nde "Türkiye-AB İlişkileri" konulu teziyle Avrupa tarihi üzerine yapmış, S. Pio V Araştırma Enstitüsü siyasi araştırma koordinatörü Prof. Francesco Anghelone'ydi. Konuşmasına Türkiye-Avrupa ilişkilerinin yüzyıllarla ifade edilen bir tarihsel döneme yayıldığını ifade ederek başlayan Prof. Anghelone'nin, Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemindeki siyasi hareketler üzerine yaptığı konuşmada, tarihe Batı'nın geleneksel bakış açısından bakmadığı açıktı fakat bu durum, güzel ülkemin "resmî tarih"indeki eksik sosyolojik analizin bir benzerini yaptığı gerçeğini örtemedi.
Örnek vermek gerekirse, Dadaloğlu ve nicelerinin yerleşik hayata geçmek için direndiği 19. yüzyılda Osmanlı toplumunun genelini "pre-kapitalist" olarak nitelemek, yaptığı en temel hatalardan biriydi; zira özellikle Balkan kökenli toplumların Osmanlı'dan ayrılmasından sonra Ermeniler ve Yahudiler gibi nüfusun çok önemli bir kısmını oluşturmayan etnik toplulukların tekeline geçen ticaret, kendi merkezlerini üreterek (mevcut olanlar dışında) endüstriyel olmayan bir şehirleşmeyi dahi sağlayacak nitelikte değildi. Prof. Anghelone, sadece bu hatayı yapmakla kalmayıp Balkanlar'daki ayan sorunu ve Güneydoğu Anadolu'da hâlâ devam eden ağalık düzenine değinmeyerek Türkiye'yi ve Slovenya ve Hırvatistan dışındaki Balkan ülkelerini hep Avrupa kriterleriyle değerlendiren İtalyan öğrencileri mevcut dogmalarına mahkum etti.
Bütün veriler ele alındığında, konuşmasının çok aydınlatıcı olmadığını söyleyebiliriz.
İkinci konuşmacı, konuşmasını konunun can alıcı kısmı üzerine yapan Türkolog Dr. Federico De Renzi'ydi. Kahve molasında yaptığımız sohbette benimle biraz Türkçe konuşan Dr. De Renzi, mola sonrası yaptığı konuşmada, Avrupa'da sosyaldemokrat çevreler dışında duyduğum en garip tarihsel-siyasi değerlendirmelerden birine imza attı.
Konuşmasına Türkiye'nin Doğu perspektifinden nasıl değerlendirildiğine değinerek başlayan Dr. De Renzi, Türkiye'nin Doğu (Asya) ile olan bağlarının Batı (Avrupa) ile olan bağlarından daha sıkı olduğunun altını çizdi. Buna örnek olarak son iki yüz yıldaki Türkiye-İran ilişkilerinden bahsederken bu iki ülkeden birinin uyguladığı dış siyasetin hep diğer ülkeyi doğrudan etkilediğine değindi ve bu durumu, İran'da 20. yüzyıla kadar hüküm süren Türki hanedanların etkisine, sosyolojik yapıların benzerliğine ve iktisadi ilişkilerin tarihselliğine dayandırdı.
Dr. De Renzi'nin Osmanlı'da 20. yüzyılın başından itibaren yaşanan azınlıklar sorunu ve şiddetli iç karışıklıklarla ile ilgili yaptığı yorumlar, şüphesiz konuşmasının en ilginç kısmıydı. Bu bölümde sözde "Ermeni Soykırımı"nın "tarihselden ziyade siyasi" bir ifade olduğunun altını çizen Dr. De Renzi, 1890'dan beri ırkçı Ermeni grupların bölgedeki müslüman topluluklara karşı katliamlar gerçekleştirdiğinden, özellikle Bab-ı Âli Baskını'ndan Kars Antlaşması'na kadar yaklaşık 800.000 Türkmen, Azeri ve Kürdün, Taşnaksütyun gibi "her iyi Ermeninin görevi, kafir müslümanları atalarımızın topraklarından temizlemektir" ifadelerini içeren bir manifesto yayımlamış bir örgüt ve bu örgüte yakın duran milis kuvvetleri tarafından katledildiğinden ve Techir Yasası'nın Faşist İtalya ve Nazi Almanyası örneklerindeki yasalar gibi ırsî içerikli maddeler içermediğinden bahsetti. Kullandığı bu ifadeler, birkaç öğrencinin tepkisini çekse de Avrupa'daki yaygın dogmanın kimi akademik çevrelerce kabul edilmemesinin göstergesi olması açısından önemliydi.
Bu tarihsel değerlendirmenin akabinde, Kemalist Devrim'i gerçekleştiren kadroların siyasi ve askerî geçmişinden bahsedildi ve doğal olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne değinildi. Bu noktada, söz konusu siyasi oluşumun, Osmanlıcılar ve Jön Türklerin ortaya koyduğu "homojen" ideolojik yapının aksine son derece "heterojen" bir ideolojik yapıya sahip olduğunu ifade eden Dr. De Renzi, Enver Paşa'nın Turancılığının, Talat Paşa'nın "Anadolu Türkçülüğü" yahut Cemal Paşa'nın "Avrupai milliyetçiliği" ile alakası olmadığını belirterek Mustafa Kemal'in bu üçlünün arasından sıyrılabilmesini iç siyaseti iyi analiz etmesine, stratejik zekasına ve pragmatik bakış açısına bağladı. Kendisinin "pragmatizm" gibi, özellikle liberal literatürün hakim olduğu Avrupa'da çok farklı anlamlar yüklenebilecek bir ifadeyi kullanmasına rağmen Atatürk'ten bu dönem üzerine yaptığı değerlendirmelerde olumlu bahsettiğini söyleyebiliriz.
Dr. De Renzi'nin konuşmasının son kısmına, yani Kemalist Devrim süreci ve Devrim'in nitelikleri ile ilgili kısma gelirsek birçok eksik ve kullandığı son birkaç ifadenin saçmalığı göze çarpıyor.
Bu bölümde atlanan en önemli kısım, Kemalist Devrim'in Batı'nın iradesine rağmen gerçekleşmiş anti-emperyalist bir devrim olduğu gerçeğiydi. Anadolu'yu işgal eden müttefikler ve işbirlikçilerinin kim olduğu bu kadar açıkken Devrim'in laik kimliğini ön plana çıkararak Devrim'i "Batıcı" olarak nitelemek, Türk öğrencilere 80 Darbesi'nden beri ezberlettirilen "resmî tarih"i bir de İtalyanlara yutturmaktan başka bir şey değildi. Tabii, eğer Devrim'in anti-emperyalist kimliğinden bahsetmezseniz, Türk Devrimcilerinin en büyük müttefiğinin Vladimir İlyiç Lenin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu gerçeğini de doğal olarak atlarsınız; zira hiçbir Türk, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1945'ten sonra, kuruluşunda en çok pay sahibi olan devlete sırt çevirip senatosu Lozan Antlaşması'nı dahi onamayan Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği kapitalist bloğa yöneldiğini bilmek istemez ve Türkiye'nin yüzünün her zaman Batı'ya dönük olduğunu bilmek, bir Batılı için kendisine anlatılan pembe dünya hikayesinin devamı niteliğini taşır.
Yani, sevgili yurttaşlarım, UNESCO'nun bile açıkça ilan ettiği Atatürk'ün anti-emperyalist eylemlerinden "değerli müttefikimiz" olan Batı'da pek bahsedilmiyor; kendisinin "laik bir reformcu" ve "askerî bir deha" olduğundan bahsedilip işin can alıcı kısmı örtbas ediliyor.
Gelelim Dr. De Renzi'nin konuşmasındaki en saçma kısma...
Atatürk'ün ideolojik mirasını son derece yüzeysel bir şekilde betimlemesine karşın Atatürk'ten genelde olumlu bahseden Dr. De Renzi, Türkiye'nin yüzünü Batı'ya dönmesiyle birlikte "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibine daha sıkı sarıldığını ve şu anda AKP'nin tam anlamıyla bunu gerçekleştirmeye çalıştığını savundu!
Yani, Birleşmiş Milletler Şartları'nın 2. ve 49. maddelerini, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 19. maddesini ihlal eden, Türk Ceza Kanunu'nun 306. maddesinin işaret ettiği üzere "Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak, yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunmak"tan yargılanması gereken, Suriye Devleti'nin ulusal bütünlüğünü tehdit edecek şekilde, kendilerini "muhalif" olarak adlandıran İslamcı teröristleri silahlandıran AKP hükümeti, Dr. De Renzi'ye göre "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibini savunuyor! Batı'nın bakış açısına hayret etmemek elde değil!
Kendisine bu hususta yönelttiğim soruya Prof. Anghelone ile birlikte yanıt vermeye çalışan Dr. De Renzi, "AKP'nin halkın onayını aldığı"ndan ve "Suriye'nin de insan haklarını ihlal ettiği"nden bahsederek nafile bir konu değiştirme çabası içerisine girdi ve inandırıcılıktan uzak ifadeler kullanarak beni hayal kırıklığına uğrattı.
Özetlemek gerekirse, LUISS Üniversitesi'nin Kemalist Devrim gibi bir tarihsel süreci incelemesi önemliydi fakat yapılan konuşmalar bir Atatürkçü ve amatör bir tarihçi olarak beni tatmin etmedi.
Aynı kurumların düzenlediği konferanslar serisindeki ikinci konferans 12 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşecek ve konferansta İnönü Dönemi'nden 80 Darbesi'ne kadarki tarihsel süreç ele alınacak. Konuşmacılar arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Hüseyin Bağcı'nın da olması bekleniyor.
İlk konuşmacı, doktorasını La Sapienza Üniversitesi'nde "Türkiye-AB İlişkileri" konulu teziyle Avrupa tarihi üzerine yapmış, S. Pio V Araştırma Enstitüsü siyasi araştırma koordinatörü Prof. Francesco Anghelone'ydi. Konuşmasına Türkiye-Avrupa ilişkilerinin yüzyıllarla ifade edilen bir tarihsel döneme yayıldığını ifade ederek başlayan Prof. Anghelone'nin, Osmanlı Devleti'nin dağılma dönemindeki siyasi hareketler üzerine yaptığı konuşmada, tarihe Batı'nın geleneksel bakış açısından bakmadığı açıktı fakat bu durum, güzel ülkemin "resmî tarih"indeki eksik sosyolojik analizin bir benzerini yaptığı gerçeğini örtemedi.
Örnek vermek gerekirse, Dadaloğlu ve nicelerinin yerleşik hayata geçmek için direndiği 19. yüzyılda Osmanlı toplumunun genelini "pre-kapitalist" olarak nitelemek, yaptığı en temel hatalardan biriydi; zira özellikle Balkan kökenli toplumların Osmanlı'dan ayrılmasından sonra Ermeniler ve Yahudiler gibi nüfusun çok önemli bir kısmını oluşturmayan etnik toplulukların tekeline geçen ticaret, kendi merkezlerini üreterek (mevcut olanlar dışında) endüstriyel olmayan bir şehirleşmeyi dahi sağlayacak nitelikte değildi. Prof. Anghelone, sadece bu hatayı yapmakla kalmayıp Balkanlar'daki ayan sorunu ve Güneydoğu Anadolu'da hâlâ devam eden ağalık düzenine değinmeyerek Türkiye'yi ve Slovenya ve Hırvatistan dışındaki Balkan ülkelerini hep Avrupa kriterleriyle değerlendiren İtalyan öğrencileri mevcut dogmalarına mahkum etti.
Bütün veriler ele alındığında, konuşmasının çok aydınlatıcı olmadığını söyleyebiliriz.
İkinci konuşmacı, konuşmasını konunun can alıcı kısmı üzerine yapan Türkolog Dr. Federico De Renzi'ydi. Kahve molasında yaptığımız sohbette benimle biraz Türkçe konuşan Dr. De Renzi, mola sonrası yaptığı konuşmada, Avrupa'da sosyaldemokrat çevreler dışında duyduğum en garip tarihsel-siyasi değerlendirmelerden birine imza attı.
Konuşmasına Türkiye'nin Doğu perspektifinden nasıl değerlendirildiğine değinerek başlayan Dr. De Renzi, Türkiye'nin Doğu (Asya) ile olan bağlarının Batı (Avrupa) ile olan bağlarından daha sıkı olduğunun altını çizdi. Buna örnek olarak son iki yüz yıldaki Türkiye-İran ilişkilerinden bahsederken bu iki ülkeden birinin uyguladığı dış siyasetin hep diğer ülkeyi doğrudan etkilediğine değindi ve bu durumu, İran'da 20. yüzyıla kadar hüküm süren Türki hanedanların etkisine, sosyolojik yapıların benzerliğine ve iktisadi ilişkilerin tarihselliğine dayandırdı.
Dr. De Renzi'nin Osmanlı'da 20. yüzyılın başından itibaren yaşanan azınlıklar sorunu ve şiddetli iç karışıklıklarla ile ilgili yaptığı yorumlar, şüphesiz konuşmasının en ilginç kısmıydı. Bu bölümde sözde "Ermeni Soykırımı"nın "tarihselden ziyade siyasi" bir ifade olduğunun altını çizen Dr. De Renzi, 1890'dan beri ırkçı Ermeni grupların bölgedeki müslüman topluluklara karşı katliamlar gerçekleştirdiğinden, özellikle Bab-ı Âli Baskını'ndan Kars Antlaşması'na kadar yaklaşık 800.000 Türkmen, Azeri ve Kürdün, Taşnaksütyun gibi "her iyi Ermeninin görevi, kafir müslümanları atalarımızın topraklarından temizlemektir" ifadelerini içeren bir manifesto yayımlamış bir örgüt ve bu örgüte yakın duran milis kuvvetleri tarafından katledildiğinden ve Techir Yasası'nın Faşist İtalya ve Nazi Almanyası örneklerindeki yasalar gibi ırsî içerikli maddeler içermediğinden bahsetti. Kullandığı bu ifadeler, birkaç öğrencinin tepkisini çekse de Avrupa'daki yaygın dogmanın kimi akademik çevrelerce kabul edilmemesinin göstergesi olması açısından önemliydi.
Bu tarihsel değerlendirmenin akabinde, Kemalist Devrim'i gerçekleştiren kadroların siyasi ve askerî geçmişinden bahsedildi ve doğal olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne değinildi. Bu noktada, söz konusu siyasi oluşumun, Osmanlıcılar ve Jön Türklerin ortaya koyduğu "homojen" ideolojik yapının aksine son derece "heterojen" bir ideolojik yapıya sahip olduğunu ifade eden Dr. De Renzi, Enver Paşa'nın Turancılığının, Talat Paşa'nın "Anadolu Türkçülüğü" yahut Cemal Paşa'nın "Avrupai milliyetçiliği" ile alakası olmadığını belirterek Mustafa Kemal'in bu üçlünün arasından sıyrılabilmesini iç siyaseti iyi analiz etmesine, stratejik zekasına ve pragmatik bakış açısına bağladı. Kendisinin "pragmatizm" gibi, özellikle liberal literatürün hakim olduğu Avrupa'da çok farklı anlamlar yüklenebilecek bir ifadeyi kullanmasına rağmen Atatürk'ten bu dönem üzerine yaptığı değerlendirmelerde olumlu bahsettiğini söyleyebiliriz.
Dr. De Renzi'nin konuşmasının son kısmına, yani Kemalist Devrim süreci ve Devrim'in nitelikleri ile ilgili kısma gelirsek birçok eksik ve kullandığı son birkaç ifadenin saçmalığı göze çarpıyor.
Bu bölümde atlanan en önemli kısım, Kemalist Devrim'in Batı'nın iradesine rağmen gerçekleşmiş anti-emperyalist bir devrim olduğu gerçeğiydi. Anadolu'yu işgal eden müttefikler ve işbirlikçilerinin kim olduğu bu kadar açıkken Devrim'in laik kimliğini ön plana çıkararak Devrim'i "Batıcı" olarak nitelemek, Türk öğrencilere 80 Darbesi'nden beri ezberlettirilen "resmî tarih"i bir de İtalyanlara yutturmaktan başka bir şey değildi. Tabii, eğer Devrim'in anti-emperyalist kimliğinden bahsetmezseniz, Türk Devrimcilerinin en büyük müttefiğinin Vladimir İlyiç Lenin önderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğu gerçeğini de doğal olarak atlarsınız; zira hiçbir Türk, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1945'ten sonra, kuruluşunda en çok pay sahibi olan devlete sırt çevirip senatosu Lozan Antlaşması'nı dahi onamayan Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği kapitalist bloğa yöneldiğini bilmek istemez ve Türkiye'nin yüzünün her zaman Batı'ya dönük olduğunu bilmek, bir Batılı için kendisine anlatılan pembe dünya hikayesinin devamı niteliğini taşır.
Yani, sevgili yurttaşlarım, UNESCO'nun bile açıkça ilan ettiği Atatürk'ün anti-emperyalist eylemlerinden "değerli müttefikimiz" olan Batı'da pek bahsedilmiyor; kendisinin "laik bir reformcu" ve "askerî bir deha" olduğundan bahsedilip işin can alıcı kısmı örtbas ediliyor.
Gelelim Dr. De Renzi'nin konuşmasındaki en saçma kısma...
Atatürk'ün ideolojik mirasını son derece yüzeysel bir şekilde betimlemesine karşın Atatürk'ten genelde olumlu bahseden Dr. De Renzi, Türkiye'nin yüzünü Batı'ya dönmesiyle birlikte "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibine daha sıkı sarıldığını ve şu anda AKP'nin tam anlamıyla bunu gerçekleştirmeye çalıştığını savundu!
Yani, Birleşmiş Milletler Şartları'nın 2. ve 49. maddelerini, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 19. maddesini ihlal eden, Türk Ceza Kanunu'nun 306. maddesinin işaret ettiği üzere "Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak, yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunmak"tan yargılanması gereken, Suriye Devleti'nin ulusal bütünlüğünü tehdit edecek şekilde, kendilerini "muhalif" olarak adlandıran İslamcı teröristleri silahlandıran AKP hükümeti, Dr. De Renzi'ye göre "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibini savunuyor! Batı'nın bakış açısına hayret etmemek elde değil!
Kendisine bu hususta yönelttiğim soruya Prof. Anghelone ile birlikte yanıt vermeye çalışan Dr. De Renzi, "AKP'nin halkın onayını aldığı"ndan ve "Suriye'nin de insan haklarını ihlal ettiği"nden bahsederek nafile bir konu değiştirme çabası içerisine girdi ve inandırıcılıktan uzak ifadeler kullanarak beni hayal kırıklığına uğrattı.
Özetlemek gerekirse, LUISS Üniversitesi'nin Kemalist Devrim gibi bir tarihsel süreci incelemesi önemliydi fakat yapılan konuşmalar bir Atatürkçü ve amatör bir tarihçi olarak beni tatmin etmedi.
Aynı kurumların düzenlediği konferanslar serisindeki ikinci konferans 12 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşecek ve konferansta İnönü Dönemi'nden 80 Darbesi'ne kadarki tarihsel süreç ele alınacak. Konuşmacılar arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Hüseyin Bağcı'nın da olması bekleniyor.
Subscribe to:
Posts (Atom)